İsmen ve Cismen Asimilasyon

Yabancı bir ülkeye gelirken adaptasyonla asimilasyon kavramlarından hangisine yakın durulacağı, ideal şartlar altında, bir tercih meselesidir. Buraya gelmeden, kendi bakış açımın da etkisiyle çoğu yabancının "beğendiğimi alayım, beğenmediğimi bırakayım" tarzı seçmeci bir adaptasyonla yetinmek isteyeceğini düşünmüştüm. Gel gör ki, başta Asya'lılar olmak üzere pek çok kişi, iki kültür arasıda bir uzlaşma noktası bulmaya çalışmayı, kendini memleketinde asimile edip geliyor. (Eklemeden geçemeyeceğim, bu tavra Afrikalılar ve Orta doğulularda henüz rastlamadım. Nedendir bilmem, ama takdir ederim.) Bunun en uç noktası da kendi isimleri yerine en klişesinden birer İngilizce isim edinmeleri. Bu akımda da başı Asyalılar çekiyor. Mesela ilk dönem bizim katta adının Ben olduğunu söyleyen bir Vietmanlı vardı. Kendisi tüm ısrarlarımıza rağmen gerçek adını söylemedi.

Zaten Türkiye'de bile yamuk yumuk telaffuz edilen adımın son aylarda, dili dönmeyen bir tanıdık güruhu tarafından mundar edilmesinden kelli, isim konusunun ne kadar komik durumlara yol açtığının ben de farkındayım. Gene de insanın ismi kadar ayrılmaz bir parçasını sırf başkaları kolay söylesin diye bu kadar hevesle değiştirmesine akıl sır erdiremiyorum. İyi de olsa, kötü de olsa isim insanın çok kişisel bir parçası. Hatta bazı uygarlıklar ismin büyülü bir gücü olduğuna inanarak gerçek isimle gündelik hayatta kullanılan ismi ayırmışlar, gerçek ismi bilindiğinde cin peri taifesinin kontrol altına alınacağını bile iddia etmişler. "Beni X diye çağırın" demek temelde kişisel bir tercih olsa bile, doğma büyüme uzak doğulu adamlardan Ben, John, Peter gibi isimler duymak bende istemsiz bir sinir bozukluğuna yol açıyor.

Aslında isim değişikliği olayın sadece ufak bir kesiti. Asıl motivasyon gerçekten bir John, bir Peter olmak, olamazsa bile kendini kandırmak. Sonuçta herkes farkında o "Ben Asya'lıyım, Güney Amerikalıyım" diye bas bas bağıran yüz ve vücut tipi yerinde dururken isim değiştirmekle olmayacağının. Zaten bu hevesin sonu da yok. İsmini değiştirmekle başlıyor, badem göz ameliyatlarıyla devam ediyor, teninin rengini kimyasallarla 2 ton açmaya çalışırken kanser olmamayı becerenler maceralarını abartarak sürdürüyor. Tabi bu absürdlüklerin benim çevremde çok olmasının nedenlerinden biri de, İngiliz üniversitelerinin global kaymak tabaka arasında çok revaçta olması. Avrupa Birliği vatandaşlarından nispeten makul ücretler talep eden okullar yabancı öğrencilerden anormal harçlar alıyor. Bu da özellikle lisans bölümlerinde bir Nişantaşı, bir Bağdat caddesi tadı yakalanmasına yol açıyor. Globalleşmenin etkisiyle kendi memleketi standartlarından koparak gitgide birbirine benzemeye başlayan çeşitli ülkelerin kaymak çocukları da hazır Avrupa'ya kapağı atmışken iyice "özüne" dönme hevesine kapılıyor. Bu güruhun ortak kodları artık neredeyse her ülkede bulunan Starbucks, bilmemne marka tekstil ürünü, CNBC-e dizileri gibi ufak ayrıntılarda gizli. Mesela CNBC-e dizilerini ele alalım: Bütün bir dünya aynı şeyi izlerken yaklaşık aynı duygulara kapılıyorsa bunun 2 açıklaması olabilir. Ya ortada insan doğasına mükemmelen hitap eden bir başyapıt vardır ki CNBC-e dizilerinin bu kategoriye girmediği aşikardır. Ya da, "uzakta bir yerlerdeki kaliteli insanlar topluluğuna" ait olduğunu hissetmeye kararlı, uluslarüstü bir insan gürühunun tamamına hitap edecek kodları barındıran, akmaz kokmaz yavan bir mizah yapılıyordur. Ufacık tefecik bir ayrıntı gibi gözükse de CNBC-e dizileri sınırlarını aşarak 17-25 yaş arası kaymak çocukların ortak dilini oluşturmaya başladı. Kendi memleketinin "kalitesiz avam"ından kaçıp Avrupa'ya Amerika'ya sığınan, apolitik veletler topluluğu, tanışır tanışmaz coupling muhabbeti yapabiliyorlar. Starbuck'larda kahve içebiliyorlar. İşe girer girmez Ally Mac Beal klonuna dönüşebiliyorlar. Ve en önemlisi o güdük beyinleriyle sadece bu saçmalıkları yaparak tatmin de olabiliyorlar.

İşin garip tarafı Starbucks, CNBC-e gibi düzey göstergelerinin Avrupa ve Amrika'da avama ait olarak kabul görmesi. Yani ortada çocuklarına piyano dersi aldırarak sosyeteye girmeye çalışan küçük burjuva ezikliği de mevcut. Hoş Avrupa'nın kaymağıyla Asya'nın kaymağı aynı bozuk sütten karılsa ne fark ederdi. Gene de bu sınıf atlama çırpınışlarının kendi içinde de bu şekilde bir çelişki barındırıyor olması ironik.

İskoçya'da 3 Gün

Deli gönül ders, ödev, görev dinlememekte direnince, geçen hafta gene kendimi sehirler arası yollara vurdum. Bohem hayatın velinimeti "ucuz ulaşım" kampanyalarını kaçırmamak için apar topar giderek 3 güne sığdırdığım İskoçya gezisi sonrası aklımda sadece tek bir soru var: "Benim Southampton'da işim ne?". Hadrian Duvarı'nın* ötesine geçtiğim andan itibaren, adanın yanlış tarafına yerleştiğimi düşünmeye başladım. Londra'dan sadece 8 saat mesafede aynı dili konuşan apayrı bir dünya var. Glasgow'a ayak basarken "tipik İngiliz" denilebilecek her türlü kavramı arkanızda bırakıyorsunuz. Kutu kutu, bir örnek İngiliz evlerinin boğuculuğu yerini daha özgün bir şehir atmosferi alıyor. Kelimenin başının ve sonunun yuvarlandığı İngiliz aksanı yerine, İngilizce'nin "yazıldığı gibi okunduğu" İskoç aksanı duymaya başlıyorsunuz. Ve en önemlisi de artık muhataplarınız çekingen ve resmi İngilizler yerine neşeli ve rahat İskoçlar. Buna ek olarak insanlar pek bir yardımsever, 3 gün boyunca sokakta ne zaman cebimden harita çıkarsam yanımda "nereyi arıyorsunuz? Yardım edebilir miyim?" diyen birilerini buldum. Sokakta saat sorduğunuzda bile telaşa kapılan İngiliz'lerden sonra, sokakta insanları durdurup "Ben bu şehre yeni geldim, katedralle kaleyi gezdim, şimdi nereye gitmemi önerirsiniz?" diye muhabbete girebileceğiniz birilerini bulmak gerçekten çok güzel bir duygu.

İnsanları bırakıp şehirlere dönersek: "hadi oradan" diyeceksiniz ama Glasgow Ankara'ya inanılmaz benziyor. Tam bir memur ve öğrenci kenti. Ufacık bir kasabayken sanayi devrimiyle bir anda büyüyüp kocaman bir şehir olmuş. Aynı yumuşak kahverengi şehir tozu, aynı gri binalar. Sonuçta böyle anlatınca özlenecek, istenecek bir şey gibi durmuyor ama 20 sene Ankara'da yaşayınca takım elbiseli adamları "hemşeri", gri binaları "memleket" olarak algılamamak elde değil. Ama tabi Glasgow'un Ankara'dan çok önemli bir farkı var: şehirle bütünleşmiş sanat ve dizayn tutkusu. Sokaklarda heykeller, özene bezene tasarlanmış binalar, her zevke hitap eden galeriler (giriş ücreti almamaları da önemli bir husus tabi), Mackintosh Tower'da habire düzenlenen sergiler ve tasarım yarışmaları.... kısacası sürekli sanatsal üretim var.

Açıkçası Glasgow'un tek eksiği tarihi doku. İşin o kısmı için bir zahmet 80 dakika mesafedeki Edinburgh'a gidilecek. Şehir buram buram 18inci yüzyıl kokuyor. Kale ve civarındaki tüm binalar tarihi. Sokakta herkesin üzerinde az çok ekoseli bir şeyler var. Tek dezavantajı çok turistik bir mekan olduğu için biraz tuzlu. Diğer bir deyişle, öyle Glasgow'daki gibi her yere elinizi kolunuzu sallayarak giremiyorsunuz. Gerçi dar taş sokaklarda avare avare dolaşmak bile insanı 200 sene geriye götürmeye yetiyor. İstanbul kadar olmasa da geçmişi hissettiren bir yer sonuçta. Unutmadan günün şansına, Edinburgh'da bir sokak çalgıcısından gayda dinleme fırsatı da buldum. Uzaktan neyse de yakından dinleyince felaket bir sesi var. Kapı gıcırtısından hallice diyebilirim. Belki çalanın beceriksizliğidir diyeceğim ama yok, o aletten adam gibi ses çıkması pek mümkün gözükmüyor.

Sormadan söylüyorum, "yenim dar, yerim dar, pazartesi dersim var" gibi muhtelif nedenlerle İskoçya'nın meşhur pastoral ortamlarını göremedim. Yeşil tepelerinde dolaşamadım. Ancak, seneye kendimi çayıra çimene salmak için bol bol fırsat bulacağımı umuyorum. Zira seneye olabildiğince kuzeye gitmeyi ve mümkünse İskoçya'ya yerleşmeyi planlıyorum. Hayatın ne getireceği belli olmasa da, var böyle bir ümidim. Ümitsiz olmaz.


*Hadrian Duvarı: Kafalarına estimi tepelerden inip Güneye doğru yağma seferleri düzenleyen İskoç kabileleriyle baş edemeyen Romalılar sonunda adayı 118 km'lik uzuuunnn bir duvarla ikiye ayırmaya karar verdiler. MÖ 136'da tamamlanan Hadrian duvarının alt tarafı İngiltere, üst tarafı ise İskoçya olarak kabul edildi. Ancak milattan sonranın ilerleyen yıllarında hırslanarak, Asya'dır Afrika'dır ne bulduysa sömürgeleştiren İngiltere, iki arada bir derede İskoçya'yı da ucundan tırtıkladığı için duvarın şu anda pratik bir değeri bulunmamaktadır. Pek güneş yüzü görmediğinden olacak, "üzerinde güneş batmayan imparatorluk" olma hevesine kapılan İngiltere hazır oraya kadar çıkmışken İrlanda'nın da yarısını cebine atmış, lakin bu yolla başına aldığı beladan kolay kolay yakasını sıyıramamıştır. Ama bu başka bir hikaye ve başka bir zaman anlatılmalı.

havasına suyuna

Eğer İngiltere'nin sisli havasından bile daha sıkıntılı bir ruh haliyle sokakta dolaşıyorken, birileri yanınıza gelip "naber? benim adım... " diye konusmaya başlarsa ve bunu size yiyecek gibi bakmadan yaparsa kesinlikle Akdenizlidir. Eğer siz de Akdeniz'liyseniz vasati 5 dakika içinde can ciğer kuzu sarması olabilir, ertesi gün kendinizi 10 farklı memleketin vatandaşlarından müteşekkil bir grupla eğlenirken bulabilir ve hatta içlerinden biriyle hemşeri falan da çıkabilirsiniz. Yalnızlıktan delireceğinizi düşünürken bir anda neşelenir, "Hayat güzel aslında" dersiniz. Hayat garip, hayat işgüzar, insan eşşeğini haybedip bulduruyor mütamadiyen. Ve gene de güzel.....

Back to Home Back to Top FARLİMAS. Theme ligneous by pure-essence.net. Bloggerized by Chica Blogger.