Kendimi bildim bileli beni otobüs-tren-uçak tutar ve ne gariptir ki, gene de en çok seyahat ederken mutlu oluyor, "yaşadığımı" hissediyorum. Sonunda gene dayanamadım, geçen hafta şöyle bir Cornwall taraflarına açıldım. Öncelike şunu bilin ki prensim, bu Cornwall; İngiltere'nin okyanusa çıkıntı yapan güney-batı ucunda bulunuyor. Kral Arthur ve şürekasının maceralarında adı geçen neredeyse tüm mekanlar da bu bölge içinde. Ben de, buralara kadar gelmişken yapılacak en eğlenceli şeyin Arthur'un yolunu takip etmek olduğuna karar verdim ve ilk iş olarak Uther Pendragon'un (Arthur'un babası) meşhur kalesi Tintagel'e doğru yola çıktım.
Yola çıkış amacım Tintagel'e varmak olmasına rağmen, final dönemi karmaşası içerisinde yapılan yarım yamalak seyahat planları sonunda konaklama mekanı olarak Plymouth'u seçtim. Rastgele ama şanslı bir seçim oldu. Her ne kadar Tintagel için biraz sapa kalsa da (3 vasıta değiştirerek 2 saat yol gitmek gerekiyor) Plymouth çok güzel bir liman şehri. 16ıncı yüzyılda Francis Drake'in dünyanın çevresini dolaştığı seyahatin başlangıç noktası da burası. Zaten İngiltere'de neredeyse her liman kentinin böyle, dünyanın biryerlerine keşfe, işgale falan gitmiş meşhur denizcileri var. Burada geçirdiğim 4 ay sonunda bu durumu İngilizlerin de İngiltere'de acaip canlarının sıkılmasına bağlıyorum.
Plymouth, İngiltere standartlarına göre bayağı hareketli ve turistik. Hareketli dediysem öyle İstanbul, Ankara falan beklemeyin! İşte haftasonu ahali dükkan geziyor, şehre iki beden bol gelen geniş meydanlarda yürüyüşe çıkanlar falan oluyor bazen, bir de akşamları publarda bir kalabalıklaşma göze çarpıyor. Plymouth'un en görmeye değer yeri, çok eski bir deniz fenerini çevreleyen heykellerle süslü güzel büyük bir park. Köpek gezdiren 2-3 kişi dışında gayet tenha olan parkın sefasını sürme görevini bir süreliğine ben üstlendim. Bu arada da senelerdir yapmak istediğim bir şeyi yapıp bir deniz fenerini gezdim. Klostrofobik bir çekiciliği olduğunu söyleyebilirim. Fenerlerin her gece ateşle yakıldığı devirlerde denizin ortasında yaşayan fener bekçilerinin ölümcül izolasyonuna hayret etmemek elde değil. Ve tabi fenerin manzarası da pek hoş.
Şehirdeki keşif gezisi dahilinde alınan yol tarifi uyarınca ikinci gün Tintagel yollarına düştüm. İlk etapta trenle Bodmin'e gittim. Yol sadece 2 durak olmasına rağmen, şehir bitip ormanlar başlayınca kendinizi farklı bir memlekete gitmiş gibi hissediyorsunuz. Her taraf yemyeşil ve genel manzara Karadeniz'i andırıyor. Trenden indiğim yer zaten ayrı bir şirin: ormanın içinde minicik bir gar ve kutu gibi bir kafe. Otobüsü bekleyecek olmama ciddi ciddi sevindim.
Otobüse bindiğimde fark ettim ki, o kalıplaşmış klasik İngiliz kuralcılığından uzaklaşmak için ülkenin pastoral kesimlerine doğru azıcık açılmak yeterli oluyor. Şehirlerarası yolu 60 km hızla giden şöförlerin yerini burada "debriyaja basmadan vites değiştiren" dolmuşçu ruhlu "kaptan"lar almış. Harala gürele ilerliyoruz ormanların, tepelerin arasından.
Öğlen civarı Tintagel'e vardım. Beklediğim üzere, içi dışı "Kral Arthur" olmuş (Kral Arthur bistro, Camelot Otel, Merlin mineral müzesi, Arthur kitapçısı gibi bilimum dükkanlar ve New Age mantalitesini ters bitarafından anlamış post-modern pagan cadı'lara -wicca- hitap eden her nevi malzeme mevcut) turistik, ufak bir köy. O köyün orada olma nedeni olan Kale ise görünürde yok. "Kale manzarası" yazan tabelaları takip ederek yolun sonuna kadar yürüyünce
karşınıza yandaki gibi bir bina çıkıyor. Kapısında "kapuçino bulunur" tabelası ve geniş bir otoparkı var. Bu tabii ki kale falan değil, absürdlüklere gebe 21inci yüzyılın ruhunu yansıtan "Camelot Otel". Kale ümitlerim azaldıkça sinirlenmeye başlıyorum... ki karşıki tepede onu görüyorum: "Tintagel Kalesi". Okyanusun ortasında bir adacıkta, kayaların tepesinde azametle duruyor. O rüzgara, denize ve yıllara dayanan sadece 3-5 suru kalmış olsa da etkileyici bir görüntüsü var. Martıların çığlıkları eşliğinde 90 küsür basamak çıktıktan sonra tahta bir kapı buluyorsunuz (kapının üzerinde "çıkarken kapatın" yazmasa daha iyi olurdu ama neyse:) İçeri girince ise ne göreceğiniz sadece hayal gücünüze kalmış. Çoğu evin sadece temelleri duruyor ama bakmayı bilirseniz ocağın üzerinde asılı üç ayaklı bir kazan, duvara dayalı babadan kalma bir kalkan, ot yataklar ve yün eğiren uzun etekli kadınlar görebilirsiniz. Hatta, canınız evde oturup ortaçağ dedikodusu dinlemek istemiyorsa dışarı çıkıp, dar sokaklarda yürüyebilir, gözcü kulelerine gidip karşı tepelerdeki işaret ateşleri yanıyor mu diye kontrol edebilirsiniz. Surlar kısmen yerinde olduğu için mızraklarına yaslanmış uyuklayan nöbetçileri fark etmek ise nispeten daha kolay. Nöbetçilere "Ben bir arkadaşa bakıp çıkacaktım" diyerek surların üzerine doğru uzandığınızda ise ufku boğan sisler, gri bir deniz ve gel-git'le gündelik kapışmasını yaşayan "Merlin'in mağarası"nı bulacaksınız. Benim tavsiyem, yolunuz düşerse, deniz kabuğu toplayın, kayaların üzerinden sekin ve yüksekçe bir yere çıkıp dalgaları izleyin. İnşasından 300 sene evvel yaşamış olsalar da, okyanusu bekleyen o eski kalede Arthur'u, Günievere'i, Tristan ile İseult'u, Merlin'i ve Gölün Hanımı'nı bulabilirsiniz.