Mutlu Yıllar ve İyi Bayramlar




Son bir haftam Londra’nin kurtlar sofrasi emlak piyasasinda, 4-5 hafta kalacak cüzi fiyatli bir oda aramakla geçti. Noel ve yılbaşı dolayısıyla cümle ahalinin büyük şehre göç ettiği bu en olmaz zamanda ev aramanın ne denli büyük bir gaflet olduğunu ilk yarım saatte fark ettiysem de artik ok yaydan çıkmış, eşyalar paketlenmeye başlamıştı.

Muhtelif rivayetlere gore vaktiyle, Londra’da maddi durumu çök kötü olmasa da pek çok kişi, ek gelir olsun diye, yalnız kalmamak için ya da sadece oda bos kalmasın diye evlerindeki boş odaları kiraya verirmiş. Ama kulaktan kulağa abartılarak dolaşan “kötü kiracı” hikayelerinin de etkisiyle artık çok zorda kalmadıkça kimse oda kiralamaz olmuş. İlla kiralayacaksa da bilmemkac aylık depozit, ikametgah il muhaberi, temiz kağıdı, 6 vesikalık fotoğraf, banka hesap cüzdanı, çalışma ve oturma izni, vize fotokopisi……… artık aklınıza ne gelirse istemeye başlamış. En önemlisi de kontratlar en az 6 aylık yapılmaya başlanmış. Bu gelişmelerin ceremesini çekmek te ben ve benim gibi kısa sure kalacak yere ihtiyacı olan, öğrenci bütçeli gençlere düşüyor tabi. Aslında altı üstü bir oda, evlerin coğu zaten iki katlı, üst kata atıyorsun eşyaları bitiyor diye düşünebilirsiniz. Ben de öyle düşünmüştüm. Ama kazın ayağı farklı. 4-5 haftalık bir yer bakacaksanız eliniz mahkum internetten bulacaksınız. Malum internet te kazıkçı yuvası. Apartman dairesini ev diye yutturmaya calışanlardan, tek kişilik oda diye sizi tava getirip pazarlığın son safhasında “biraz daha yerleşince o odaya bir yatak daha koyup ikinci bir kiracı alırız” diyenlere (“Nasıl yani?” diye kükreyince de “Ayol ne olacak, yatağınız, dolabınız ayrı. Ne zararı olacak? İki kız gül gibi geçinir gidersiniz” diyip yüzsüzce sırıtıyor hatta bu kişiler), mutfağın ortasına suntadan duvar dikip bir yatak sığacak kadar iki odacık yaratıp fahiş kiralar isteyenlere kadar ne arasanız var. Bu üç örnek sadece benim karşılaştıklarım. İşin bir de internet tarafından mekanik kazıklanma boyutu var. Bu sanal kazıkçı emlakçılar, yarım saat keyfinize gore bir yer arayıp, son anda ev sahibinin telefonu için dünyanın parasını talep edebilirler hiç belli olmaz. Biraz da sabırsız olunca (benim gibi) delirip tüm numaraları teker teker aramaya, akabinde de adını bile bilmediğiniz alakasız bir muhite neşe içinde taşınabilirsiniz. Bu noktada hali hazırda delirmiş olduğunuz için, evin özellikleri, evi paylaşacağınız kişiler gibi detaylara pek dikkat etmeyeceğinizden bu fasıl piyango gibi. Bahtınıza ne çıkarsa. Garanti ediyorum en istemediğiniz şeylerden en az biriyle karşılaşacaksınız. Köpek sevmiyorsanız kopek, sessizlik istiyorsanız gürültücü komşular veya çocuklarla aranız yoksa (benim gibi) 4 çocuklu bir ailenin yanı. Eh artık, ne demişler sayılı gün çabuk geçer. Ben de 4 sene yalnız yaşamış bir insan olarak en kısa zamanda kendi banyom ve mutfağım olan bir mekana taşınmanın hayalini kuruyorum. Yeni yıldan talebim; cem-i cümlemize mutluluk, sağlık, huzur getirirken ek olarak bana bir ev, bir iş, bir de doktora kabulü getirsin.

Elini indir arkadaşım!

20 gün diye gidip 3 buçuk ay kaldığım yavru vatan TC'den sonunda ayrılarak bir kez daha Londra'ya geldim. Hatta bu sefer galiba yerleşmeye geldim. "Hayat kurmalıyım, bir balta bulup sap olmalıyım" ruh halinden midir nedir bu sefer etrafıma daha bir dikkatli bakmiş olmalıyım ki önceden dikkatimi çekmeyen bazi şeylere takıldım. Örneğin burada her köşe başında "lütfen görevlilere küfretmeyiniz ve saldırmayınız" meali bir kısım uyarılar bulunuyor. Eğer biri sizi bu kadar alakasız birşeyi yapmamanız icin uyarıyorsa dikkatli olmakta fayda var. Zira bunu izleyen birkaç dakika içerisinde kendinizi yasaklanmış eylemi yapmak icin dayanılmaz bir istek duyacağınız bir durumda bulacağınız kesindir. Artik bahtiniza metro bileti kesen ksenofobik ex-göçmen mi, "yeterince bağırırsam bu sefer kesin anlaşacağız" düşüncesiyle çığrışan görevliler mi düşer bilemem ama kesin birşeyler olacaktır. En iyi ihtimalle birine bir şey sorduğunuzda aldığınız cevabı mütehakkip yeni bir soru soracak ve muhatabınız ilk safhadaki soruda takılı kaldığından artık miyadını doldurmuş bir cevabı kelimelerin üzerine hunharca abanarak defalarca tekrarlayacaktır. Tüm bu durumların değişmez eşlikçisi de bir kısım anlamsız el kol hareketleridir. İste o an aklınıza önce bir söz gelir, sonra da 2 metre aralıklarla dağları taşları istila etmiş uyarı levhaları. Susmaya, göçmenliğin alamet-i farikasi anlamsız ve bıkkın bir sırıtışı yüzünüze yerleştirmeye karar verirsiniz. Sonra açarsınız bilgisayarı, söyleyemediğiniz o lafı ekrana karalarsınız:

ÖNCE O ELİNİ İNDİR ARKADAŞIM!!!!!

Lise kavgalarında parmak sallayarak "çıkışta bekleyenler"e, dolmuşçuyla polemiğe girenlere, iş mülakatında eline diline hakim olamayıp çıkışta bakkaldan birayla beyaz leblebi alanlara selam ederim. Elinize, dilinize, belinize hakim günler dilerim.

Berlin: Top, Tarih, Eğlence

Malumunuz üzere bu ay başında bir dünya kupası daha atlattık. "Futbol dünyanın birleştirici gücüdür" zırvaları ve "Dünyanın bütün çocukları futbol oynuyor, hayata futbolla bağlanıyor" konulu romantik reklamasyon çalışmalarıyla yaklaşık bir buçuk ay geçirdik. Finalin hemen akabinde, İsrail'in Lübnan'a girip yüksek teknolojili silah gücü kusmasıyla, "dünya halklarının kardeşliği" ve "bilmemnenin birleştirici gücü" konularında sarsılıp kendimize geldikse de, tüm saçmalıklarına rağmen önemli bir etkinlikti dünya kupası. Ben de hazır yol yakınken gideyim dedim.

Adının anlamı "ayılar şehri" olsa bile ortalama bir büyük şehre nazaran az "ayı" barındıran güzel bir kent Berlin. Şık bir kent. Almanlar 30 senelik gurbetçi anılarındaki korku öğelerinin tersine son derece cana yakınlar. Neredeyse hepsi İngilizce biliyor ama zaten şehir nüfusunun önemli bir kısmının ana dili Türkçe olduğu için siz İngilizce bilmeseniz de olur.

Berlin'i gezmek için belki de en uygun zaman dünya kupası zamanı. Birbirini gırtlaklama potansiyeli olan herkes büyük meydanlardaki dev ekranlara kitlenmiş maç izlediği, birbirine asılma potansiyeli olan herkes de şehrin 200'ü aşkın bar ve klüplerinde ter ter tepindiği için şehir size kalıyor. Gerçi şimdi bu maç ve eğlence sektörüne de komple sırt çevirmemek lazım. Özellikle Almanya-İtalya maçında ortam pek bir şenlikliydi. Kıçına bayrağını dolayan, yüzüne renklerini boyayan herkes Brandenburger Tor ile Viktoria sütunu arasında kurulan panayıra akın etti. Almanya elenmeseydi ne tür atraksiyonlar olurdu bilemiyorum ama yeniliş anında hep bir ağızdan koro edasıyla "scheisse" diyen birkaç bin kişi görmek de yeterince ilginçti.
Eğlence faslına gelince, yiğidi öldürsek te hakkını vermek lazım, her gece her zevke göre bir şeyler bulunuyor. Benim de kısmetime "Meksika'nın grup yorumu" çıktı. Canınız tepinmek yerine demlenmek istiyorsa Doğu tarafındaki ara sokakları tavsiye ederim. Duvar yıkıldıktan sonra Batı Berlin'liler tarafından üç otuz paraya kapatılan Doğu Berlin, yeniden yapılanması bir yana, şehrin en lüks kesimi olmuş, rengarenk binalar ve otantik meyhanelerle dolmuş. Her saatte canlı mekanlar. Ve en önemlisi parasız da olsanız güzel vakit geçirebiliyorsunuz. Hava kararınca birasını kapan soluğu parklarda alıyor. Özellikle bira içerken bisiklete binebilmelerini takdir ettim. Gerçi anladığım kadarıyla burada insanlar yürümeyi öğrenmeden bisiklete binmeye başlıyor. Bisiklet temel ulaşım aracı ve çoğu yerde yayalardan bile öncelikli. Bunun en büyük getirisi de toplu taşıma ve trafikteki rahatlık.

Toplu taşıma diyince aklıma Türkiye'de ter kokusu, Londra'da kozmetiğe bulanmış yapış yapış insan kalabalığı, Berlin'de ise ferah fuhur seyahat etmek geliyor. Burada metroyu genelde, özürlüler, yaşlılar, acil işi olanlar ya da bisikletini uzak bir yere götürmesi gerekenler kullanıyor. Hatta turistleri bile bisiklet kullanmaya teşvik etmek için bedava bisiklet turları düzenliyorlar. Evet yanlış anlamadınız: tur da bedava, bisiklet te bedava. Ama derseniz ki "Ben pedal çevirmek istemiyorum, yürümeyi tercih ederim", ona da çözüm var. Doğu Berlin ve Batı Berlin için iki ayrı bedava tur var. Ama zaten görülecek yerlerin çoğu doğuda. Hitlerin yakıldığı yer (burayı yalnız başınıza gitseniz hayatta bulamazsınız çünkü şu anda üzerinde apartmanlar yükseliyor), vergi toplama merkezine çevirilmiş eski nazi binası (özellikle sütunlu tarafındaki resme dikkatli bakın: sovyet propaganda resimlerinin tipik bir örneği), eski amerikan geçiş noktası "Checkpoint Charlie" (yanında Berlin duvarı, kaçış hikayeleri, olayların gelişimi gibi şeyleri anlatan süper bir müze var), duvarın bir kısmı gibi mekanları görmek ilginç bir his. Duvar demişken, hala orada burada grafitili parçalarını satıyorlar. 155 km duvar tabi kır kır bitmiyor. Bir de orada burada eski kızıl ordu yıldızlarını falan satan tipler çıkıyor. Bunlara bakarken 17 senelik bir olayın nasıl tarih olabileceğini bir kez daha anladım. İnsanlar gibi şehirler de kendi travmalarını kendi yaratıyor, gücü yeten ve kararlı olan hayata dönüyor.

İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş kalıntılarından sıyrılıp biraz daha yürürseniz, müzeler bölgesine geliyorsunuz. Opera meydanında "Buddy Bear" sergisi var. Birleşmiş Milletler üyesi her ülke için oradan bir ressam, Berlin'in simgesi olan insan boyunda ayı heykellerinden birer tane boyamış. Herkes kendince ülkesini tanıtmış. Ayı merakı herkesçe bilinen bir insan olarak burada bayağı eğlendim. Sonra yere eğildim ve yeniden bir İkinci Dünya Savaşı anısıyla karşılaştım. Opera meydanı Aynı zamanda Nazi döneminde kitap yakılan yer ve bunun anısına yerde ufak cam bir plaka var. aşağı bakınca boş kitap rafları ve kendi yansımanızı görüyorsunuz: "Tarihi değiştiremezsiniz ama kendinizi değiştirebilirsiniz".

Bir süre bunu düşünerek yürüyünce nehrin kenarına geldim. Güneşe ve denize hasret almanların plaj sandıklarından şüphelendiğim ilginç bir yer. Belediye de hallerine acımış olacak ki, genişçe bir alana kum döküp etrafını da çitle çevirmiş. Canı sıkılan yayılıp döne döne güneşleniyor. Ben de bir süre burada oyalanıp doğru Pergamon müzesine gittim. British Museum örneğinde olduğu üzere burası da oradan buradan çalıp çırparak palazlanmış bir mekan. Yalnız burada boynuz kulağı geçmiş: Tek parça taşıyamadığı sütunları önce kasip sonra birleştiren İngilizlerin tersine, Almanlar "Milet pazar yeri kapısı"nı tek parça olarak yürütmüş, gururla sergiliyorlar. Bir de müzeye adını veren "Pergamon Sunağı" var tabi. Ama benim asıl favorim "İştar kapısı" reprodüksiyonu oldu. Hem bu çalıntı da değil. Daha doğrusu kapının orjinali kerpiçten yapıldığı için çoktan toz olmuş, dolayısıyla çalınacak durumda değil. Babil'in 15 metre boyundaki küçük giriş kapısını, orjinal boyutlarında yapmış ve koridor boyunca devam ettirmişler. 4 sıra hayvan figürlü lacivert duvarların arasında bölgeden gelen (!) eserleri sergiliyorlar. Azıcık gözlerimi kısıp kendimi kaptırınca rüyamda yürüyorum sandım. Semiramis karşılamaya gelmeyince uyandım rüyadan. Sonra hikaye bitti.

(A)POLİTİKA

Tıpkı bir yap-bozun parçalarının toplamından fazlası olması gibi, politik tavır da sağın, solun, anarşinin, aktivizmin ve geri kalan tüm fikirlerin toplamından geniş bir kavramdır. Tercihe göre genel bir sistemi savunmayı ya da olaylar bazında tavır almayı içerebilir. Apolitiklik ise, adı konulmuş bir ideolojiye, öğretiye, guruya bağlı olmamanın ötesinde bir tepkisizliktir.

80 sonrası gençliğinin (benim kuşağım) apolitik tavrıyla ilgili senelerdir konuşulur. Çok konuşulmaktan içi boşalmış her manalı konu gibi bu da genelde "sağını solunu bilmeme" cinsi ufacık bir alana indirgenir, 30 saniye sonra da unutulur. Ama klişeler tam da gereken noktaya dokunduğu için klişe olurlar. "80 sonrası apolitikası" da bir klişedir, önemlidir ve tehlikelidir. Çünkü söz konusu apolitikliğin ciddi bir politik yönü vardır. Sorgulamadan 20 küsur seneyi devirmek sadece umursamazlık değildir. 80 sonrası çocuğunun okumaması, dinlememesi, izlememesi ve sorgulamaması onu politikadan kopartmamış, sadece lise sıralarında kabullendiği "milli coğrafya", "milli tarih", "milli güvenlik", "milli ideoloji" öğretilerini temel almaya, sonunda da bilinçsiz bir "milli eğitim" neferi olmaya yöneltmiştir. Milli eğitim de adı üstünde millidir ve saçından tırnağına ideolojiktir.

Milli eğitim ideolojisi diğerlerinden "hap şeklinde dahili kullanım" özelliğiyle de ayrılır. Zira kendisiyle okul sıralarında bacak kadar çocuklarken tanışır, sınıf geçmek için hatmederiz. Basittir. İyi pazarlanır. Kolay anlaşılır. Çelişkileri ilk bakışta ortaya çıkmaz. Vaatleri bol, sloganları kullanışlıdır. Her şeyin ötesinde "sevilen ve saygı duyulan modern bir birey" olmayı garanti eder. Hayatın her alanında söyleyecek lafı vardır. Adı üzerinde o "hayat bilgisi"dir. Emek gerektirmeyen bir öğrenme olarak ta bir apolitik için biçilmiş kaftandır.

Tüm bunlara bir diğer toplumsal histerimiz olan bilgi fetişizmi eklenince mili eğitim ideolojisi, politik yelpazenin tüm kanatlarını havada katlayacak kudrete erişir. Apolitik kendine "bilmiyorum" demeyi yediremez. Politika gibi havalı bir konuda susup köşesine çekildiğinde küçümseneceğini bilir. Zaten her konu az çok politiktir, e habire de susamaz ya! Lise yıllarından kalma tozlu bilgilerini ortaya saçmaya başlar. Apolitik, apolitikliğini asla tam olarak içine sindiremediği için zaten tüm söylediklerine yürekten inanmakta, hepsini kendi beyninden çıkardığını düünmektedir. Konuştukça konuşur, konuştukça hırslanır. Karşıdan gelen her tepkide bildiklerine daha sıkı sarılır, kendisinin de politik olabileceğine ikna olur ve zamanla kendisinin de tanımlayamadığı birşey-ist olur.

Boş zamanlarımı nereye yatırsam?

Boş zaman, zamanın en güzel hali aslında. İnternette gezin, televizyon izle, çizgiroman karıştır, ne istiyorsan onu yap. Ama kazın ayağı öyle değil. Nedense illa "değerlendirilmesi" gerekiyor bu nadide boşlukların. Vazo gibi birşey, boşken insanın gözüne batıyor. Rahat olmam gerekirken gerildikçe geriliyorum, gerildikçe kendimi kısıtlıyorum, kendimi kısıtladıkça bırak yapmak istediklerimi, yapmam gerekenleri bile yapamaz hale geliyorum. Ortada zorlama bir üretkenlik endişesi var. İlla elle tutulur birşeyler yapılacak. İyi de canım kardeşim ben öğrenciyim, hem de bu sene zaten sevdiğim ve ilgilendiğim bir alandayım. Ortalama bir öğrenci olarak ta zamanımın neredeyse tamamı boş. İlgimi çeken şeylerin peşinde zaten düzenli olarak senelerdir koştuğum için onlar da pek vakit almıyor. Ailemden ve arkadaşlarımdan da uzaktayım. Gündelik ritüellerimin de çoğu Ankara'da kaldı. Spor yapayım, form tutayım desen onun da doğal bir sınırı var. Kitap oku demekle de iş bitmiyor. Sonuçta sosyalciyim, ki bu da yaptığım başlıca işin ne bulsam okumak olması anlamına geliyor. E okumanın da fiziksel sınırları var. Yemek, televizyon ve uykuyla da aram olmadığına göre ben ne yapacağım bu kadar boşluğu?

Aslında olay küçüklükten kalma toplumsal bir beyin yıkamanın gözden kaçan bir ayağı. Vakit kıymetli birşey, öyle öğretildi. En favori ilkokul sorularından biri değil miydi: "Boş zamanlarında ne yaparsın?" Cevabı da öyle "Bahçeye çıkar otururum, bulutlara bakar hayal kurarım" falan olmamalı bu sorunun. Ne o öyle?! Boş oturulur mu hiç. Ne kadar banal. Geliştir kendini, geliştir, geliştir.

Klasik ütopyalarda bile aynı sorun var. Misal Thomas More'dan başlayarak çoğu demiş, insanlar günde 6-7 saat çalışsın diye. Ama çıkıp bir allahın kulu da "kalan zamanda kağıt oynasınlar, geyik çevirsinler, manzara izlesinler" dememiş, onun yerine "kalan zamanda herkes kendini ilime bilime versin. İlerledikçe ilerleyelim." fikri hakim.

Bunun sorumlusu protestan ahlakı desem o da değil. Komünistinden liberaline kadar herkeste bir "daha fazla, daha ileri, daha çok" merakı var. Hatta "dünya işlerine çok kapılmamalı, kendimizi ilahiyata vermeliyiz" anlayışına sahip dinlerin de durumu temelde pek farklı değil. Bu anlayışa göre de insanlar boş zamanlarında ibadet edip geleceğine (öbür dünya) yatırım yapıyor. E sonuçta maddi de olsa manevi de olsa yatırım yatırımdır.

Bu sürekli üretim takıntısı, bu günlerde arttıkça artan "verimlilik" ile birlikte düşünülünce durumun vehameti artıyor. Verimlilik arttıkça aynı işi yapmaya daha az vakit, daha az emek ve daha az kaynak harcanıyor (en azından teoride) bu da daha fazla boş zaman demek. Boş zaman değerlendirme faaliyetlerinden bir çoğu eninde sonunda tüketimle bağlantılı. Hele insanın maymun iştahlılığı da işin içine girince, 3 ayda bir hobi değiştiren bir güruh ve az kullanılmış eşya dağları ortaya çıkıyor. Bir yandan hizmet sektörü, bir yandan üretim sektörü şiştikçe şişiyor.

Aceba hiç "yapmalıyım, değerlendirmeliyim, gelişmeliyim" zorlaması olmasa ne olur? Herkes evinde ıvır zıvır televizyon programları izleyip abur cubur yiyerek obez mi olur? Peki bu kadar zorlama arasında sonuç farklı mı?

Merak insanın doğasında zaten var. İnsan ilgisini çeken birşey buldu mu zaten yemeyip içmeyip peşinden koşturacak. Otomatikman kendini geliştirecek, bir amaç edinecek, kendine ait bir dünya yaratacak. Dahası bunu sadece canı istediği için yaptığında, ortaya çıkan işler daha yaratıcı, daha özgür olacak. Hele bir de "yarışma dürtüsünü" yenip kendini başkalarıyla kıyaslamazsa dört başı mamur bir tatmin yaşayacak.

Günübirlik İngiltere

İki hafta kadar gecikmeli de olsa tatil maceralarımı anlatmadan geçmek istemiyorum. Hele de neredeyse her günümü ayrı bir şehirde geçirme fırsatı bulmuşken. Nohut oda, bakla sofa İngiltere coğrafyası sağolsun burada iki komşu şehrin arası taş çatlasa 40 dakika sürdüğü için (hatta adanın diğer ucuna 8-10 saatte gidebiliyorsunuz) ülkenin yarısını ucuca eklenmiş günübirlik gezilerle keşfetmek mümkün oldu. Mesafelerin kısalığı şehirlerarası yolculuk psikolojisine girmeyi engellese de, hergün ayrı bir kentin sokaklarında dolaşmak en az her zamanki kadar keyifliydi. Neyse ben lafı daha fazla uzatmadan anlatmaya başlıyorum.

Hani ısınmadan başlamayalım maratona diye ilk gün en yakın mekana gittik: Winchester. Buraya sadece yarım saat mesafede ve belediye otobüsleri bile günün belli saatlerinde Winchester'a sefer düzenliyor. Güzel ve benim nedense çok sevdiğim bir şehir. Ufacık bir yer de olsa kendine has bir havası var. Ne de olsa İngiltere'nin eski başkenti. Şehrin girişinde adanın ilk Sakson kralı Alfred'in heykeli var ve kuzey kapısı, eski toplantı salonu gibi yerlerde kentin Sakson geçmişi hala hissediliyor. Bu toplantı salonu dediğim yer 10uncu yüzyıl Anglo-sakson şiirlerinde de bolca bahsi geçen taş duvarlı, tahta çatılı, hangarvari dev ziyafet salonlarından biri. Kılıçlı adamların mangal yapıp bira içtikleri yer de denebilir. Winchester'daki en ünlü eserlerden biri olan Kral Arthur'un yuvarlak masası da bu salonda asılı duruyor. Masa dendiğine bakmayın, daha çok yeşil beyaz dev bir dart tahtasını andırıyor. Zaten Kral Arthur efsanesinden çok sonra yapılmış. Gene de yolunuz düşerse bir zahmet kafanızı kaldırıp bakıverin. Winchester'la ilgili bir diğer güzellikse büyük salonun hemen arkasındaki "Kraliçenin bahçesi". Kendisi adı kadar görkemli olmasa da kutu gibi, huzurlu ve şirin bir bahçe. Her ne kadar bu sefer fırsat bulamasam da, sarmaşıkları izleyerek bir süre kafanızı boşaltmak hoş oluyor. Ordan çıkınca bir de nehir kıyısında yürüyüş yapın hatta. Kuğuları, çiçekleri falan izleyin. Çok geçe kalmayın ama! Daha sabah kalkıp başka yerler göreceksiniz.

İkinci durak benim şehrim; Southampton. Aslında sonbahardan beri buradayım ama bu sefer lise arkadaşını gezdirmek adına şehrin pek gitmediğim taraflarına gittim. Üç beş sur duvarı ve zayıf bir Titanik müzesi dışında pek birşey bulamadım. Aslında Southampton'da sıkılıp sıkılmamak tamamen sizin turistik bir geziden ne beklediğinize bağlı. Burası İngiltere'nin alışveriş merkezi ve civar kentlerdeki İngilizler akın akın Southampton'a dükkan gezmeye geliyorlar. Alışveriş faslı pek ilgi çekmediği için bugün nispeten sakin bir pazar gezintisi tadında geçti.

Üçüncü gün Bournemouth'a gittiğimizde, aylardır benimle saklambaç oynayan güneş, tam da en gerekli anda ortaya çıkmaya karar verdi. Gördük ki kuzey denizleri de lacivert olabiliyormuş. Akdenizdeki kadar olmasa da, uçsuz bucaksız mavilikler burada da iç açıyor. Tabi denizin bir mekana kattığı tek şey mavilik değil, her plaj kenti gibi burada da genel bir "rahatlık" var. Bu noktada İngiltere standartlarında "rahatlık"ın, Akdeniz standartlarında bir "resmiyet"e denk düştüğünü hatırlatmakta fayda var. Tüm İngiliz'liğine rağmen, sahilde yürüyüşe çıkanları, denize karşı birşeyler içenleri, kumlarda yalın ayak dolananları ve upuzun sahil şeridiyle Bournemouth bana Antalya'yı hatırlattı.

Dördüncü gün Salisbury'deydik. Burası, Winchester benzeri, eski, küçük bir kasaba. İlk bakışta nasıl olup ta bu kadar meşhur ve turistik bir mekan olduğuna akıl ermiyor. 365 pencereli bir katedrali var (aynı zamanda Avrupa'nın en uzun katedrali), ama zaten burada her şehirde az çok birbirine benzeyen katedraller var. Peki Salisbury'yi meşhur eden ne? Tabi ki, İngiltere'nin alamet'i farikası "Stonehenge"e buradan gidilmesi. Yok uzaylılar yaptı, yok Merlin taşları 1 gecede büyüyle taşıdı gibi binbir hurafeye ilham veren, hatta hala yılın belli dönemlerinde pagan ayinlerine sahne olan taş çember beklediğimden küçük olsa da, 5000 yaşında bir yapı için takdire şayan. Ama açık söylemek gerekirse Nazca çizgileri, piramitler, dikilitaşlar gibi çok daha görkemli eserler duruken Stonehenge'in bu kadar meşhur olması da reklamın önemini düşündürüyor.

Beşinci günün hedefi İngiltere'nin en güzel şehirlerinden biri olarak bilinen ve dahası "Dünya Şehri" sıfatına sahip Bath. Avrupa'nın en güzel taraflarından biri her kentin bir rengi olması, Bath'ın en güzel taraflarından biri de şehre yumuşak ve masalsı bir tat veren pembe-sarı rengi. Aşağıda Avon nehri sakin ve keyifli akıyor. Ufak bir köprüden görülen nehir manzarası yumuşak ve pastoral hisler uyandırıyor. Ama manzara keyfine fazla kaptırmamak lazım çünkü burada görülecek çok yer var. Mesela şehre adını veren Roma hamamını görmeden geçmemek lazım. Isıtma sisteminden havuzuna kadar mükemmelen ayakta kalmış hamam doğal bir kaplıcanın üzerine kurulmuş, Roma ve Kelt inancının karışımıyla Sulis Minerva adını almış tanrıçaya adanmış. Zaten bu coğrafyanın tanrıça harmanlama konusunda özel bir yeteneği var; en önemli kelt tanrıçalarından Brighid bile iki arada bir derede Adaların koruyucu azizesi St. Brigid olduktan sonra burada herşey mümkündür. Neyse hamam iki yabancı tanrıçanın rahat rahat paylaşacağı kadar geniş zaten, gez gez bitmiyor. Şehir küçük olmasına rağmen (yarım saat yürüyünce haritadan çıkılabiliyor!) hamam sefası sonrası etrafı gezmek için biraz vakit ayırmak lazım. İçinde sahafların da olduğu nostaljik bir pasajı, geniş meydanları var. Nehir kıyısı da yürüyüş yapmak için ideal görünüyordu ama maalesef zamanım kalmadığı için bu hevesim başka bahara kaldı. Sonuç olarak Bath gerçekten, en azından İngiltere standartlarında çok güzel bir şehir ama "Dünya Kenti" sıfatını, ondan bin kat daha fazla hak eden İstanbul'dan önce alması üzücü.

Bir sonraki durağımız Oxford. Kim ne yorum yapar bilemem ama ben şahsen ilk defa bir şehrin resmen boğazıma çöktüğünü hissettim. Şehir dediğime bakmayın, aslında koca bir kampüsten ibaret. 1000 yıllık Oxford üniversitesi 36 kadim kolejiyle her sokakta karşınıza dikilip ilim bilim baskısını hissettiriyor. Bir de okulun geçmişinden kalan kilise atmosferi eklenince iyice boğucu bir hal alıyor. Daha da beteri Oxford üniversitesinin neresine dokunsanız elinize elitizm bulaşıyor. Öğrenci değilseniz her kapıda bir "yassak bacım" tavrıyla karşılaşıyorsunuz. Zaten şehrin rengi bile bürokrasi grisi. Tam Oxford'a gideceğimiz gün bir de şakır şakır yağmur yağmaya başladı ki, o da tuz biber ekti gerici atmosferin üzerine. Benim bildiğim öğrenci şehrinin bir hafifliği, bir uçarılığı olur ama ı-ıh maalesef burada o da yok. 3-5 ucuz ve şirin kafe dışında koca kentte nefes alacak, eğitimden kaçacak yer yok.

Ertesi gün doktora başvurusu nedeniyle bir ufak mola verdik. Gerçi Oxford'dan döndükten bir gece sonra başvuru yapacak motivasyonu nereden bulduğumu hala çözemedim, o ayrı.

Aynı günün gecesi yakın mesafede, düşük bütçeyle gezilebilecek her yeri bitirdiğimizi fark edip son üç günü Londra'da geçirmeye karar verdik. Gerçi neredeyse her ay Londra'ya gide gide anlatmaya değer şeylerin çoğunu bitirdim diyordum ama Londra dediğim bir koca metropol, her yerinde yeni bir atraksiyon çıkıyor. Bu sefer de Soho'ya ve British Museum'a gittik. British Museum'un en önemli özelliği oradan buradan birşeyler aşırmak konusundaki ustalığı. Bodrum'daki Zeus sunağını komple aşırmışlar, hatta Akropolisteki karyatidlerden da bir tanesini yürütüvermişler dersem olayın vehameti anlaşılır umarım. Etik değerlendirmeleri bir yana bırakırsanız (ben bırakamadım) her kıtadan her nevi eseri bir arada görmek için müthiş bir fırsat.

Londra'daki diğer bir durağımız ise Soho. Türkiye menşeili çikolatalara bile ismini veren meşhur Soho için yapabileceğim en net tanım "Çiçek pasajı'nın yandan yemişi" olacaktır. Sokağa iki masa atmışlar, şarap şişesine de mum dikmişler, adına Soho demişler. Benim önerim boşverin Soho'yu, ilk fırsatta Çiçek Pasajı'na gidin.

Yepyeni tatillerde görüşmek ümidiyle, bugünlük benden bu kadar.

Eziyet ve Estetik


Ankara'dayken bir türlü denk getirip gidemediğim Spartaküs'ü taa buralarda izlemek kısmet oldu. Hem de Bolşoy'dan. Zaman zaman haddini aşan anti-popülistliğime rağmen bu sefer yiğidi öldürüp hakkını veriyorum. Gerçekten olağanüstüydü. Rus balesi hakikaten ünlü olduğu kadar var. 3 saatte ihtirası, histeriyi, hırsı, tutkuyu, inadı (isyan kısmı biraz zayıf kalsa da) hissettim. İnsan vücudunun en rafine, en dayanıklı halinin müzikle uyumunu izledim. Eziyet ve estetik gibi iki uzak ucun birbirine ne kadar yakıştığını gördüm.
Yetenek ve disiplin her alanda işe yarıyor ama en çok sanatla birleştiğinde hayranlık duyuyorum. En çok o zaman büyülüyor ve hayaller kurduruyor. İyi bir müzik ve iyi bir ekibin büyüsü gündelik hayatın yavanlığına ilaç gibi geliyor.

İsmen ve Cismen Asimilasyon

Yabancı bir ülkeye gelirken adaptasyonla asimilasyon kavramlarından hangisine yakın durulacağı, ideal şartlar altında, bir tercih meselesidir. Buraya gelmeden, kendi bakış açımın da etkisiyle çoğu yabancının "beğendiğimi alayım, beğenmediğimi bırakayım" tarzı seçmeci bir adaptasyonla yetinmek isteyeceğini düşünmüştüm. Gel gör ki, başta Asya'lılar olmak üzere pek çok kişi, iki kültür arasıda bir uzlaşma noktası bulmaya çalışmayı, kendini memleketinde asimile edip geliyor. (Eklemeden geçemeyeceğim, bu tavra Afrikalılar ve Orta doğulularda henüz rastlamadım. Nedendir bilmem, ama takdir ederim.) Bunun en uç noktası da kendi isimleri yerine en klişesinden birer İngilizce isim edinmeleri. Bu akımda da başı Asyalılar çekiyor. Mesela ilk dönem bizim katta adının Ben olduğunu söyleyen bir Vietmanlı vardı. Kendisi tüm ısrarlarımıza rağmen gerçek adını söylemedi.

Zaten Türkiye'de bile yamuk yumuk telaffuz edilen adımın son aylarda, dili dönmeyen bir tanıdık güruhu tarafından mundar edilmesinden kelli, isim konusunun ne kadar komik durumlara yol açtığının ben de farkındayım. Gene de insanın ismi kadar ayrılmaz bir parçasını sırf başkaları kolay söylesin diye bu kadar hevesle değiştirmesine akıl sır erdiremiyorum. İyi de olsa, kötü de olsa isim insanın çok kişisel bir parçası. Hatta bazı uygarlıklar ismin büyülü bir gücü olduğuna inanarak gerçek isimle gündelik hayatta kullanılan ismi ayırmışlar, gerçek ismi bilindiğinde cin peri taifesinin kontrol altına alınacağını bile iddia etmişler. "Beni X diye çağırın" demek temelde kişisel bir tercih olsa bile, doğma büyüme uzak doğulu adamlardan Ben, John, Peter gibi isimler duymak bende istemsiz bir sinir bozukluğuna yol açıyor.

Aslında isim değişikliği olayın sadece ufak bir kesiti. Asıl motivasyon gerçekten bir John, bir Peter olmak, olamazsa bile kendini kandırmak. Sonuçta herkes farkında o "Ben Asya'lıyım, Güney Amerikalıyım" diye bas bas bağıran yüz ve vücut tipi yerinde dururken isim değiştirmekle olmayacağının. Zaten bu hevesin sonu da yok. İsmini değiştirmekle başlıyor, badem göz ameliyatlarıyla devam ediyor, teninin rengini kimyasallarla 2 ton açmaya çalışırken kanser olmamayı becerenler maceralarını abartarak sürdürüyor. Tabi bu absürdlüklerin benim çevremde çok olmasının nedenlerinden biri de, İngiliz üniversitelerinin global kaymak tabaka arasında çok revaçta olması. Avrupa Birliği vatandaşlarından nispeten makul ücretler talep eden okullar yabancı öğrencilerden anormal harçlar alıyor. Bu da özellikle lisans bölümlerinde bir Nişantaşı, bir Bağdat caddesi tadı yakalanmasına yol açıyor. Globalleşmenin etkisiyle kendi memleketi standartlarından koparak gitgide birbirine benzemeye başlayan çeşitli ülkelerin kaymak çocukları da hazır Avrupa'ya kapağı atmışken iyice "özüne" dönme hevesine kapılıyor. Bu güruhun ortak kodları artık neredeyse her ülkede bulunan Starbucks, bilmemne marka tekstil ürünü, CNBC-e dizileri gibi ufak ayrıntılarda gizli. Mesela CNBC-e dizilerini ele alalım: Bütün bir dünya aynı şeyi izlerken yaklaşık aynı duygulara kapılıyorsa bunun 2 açıklaması olabilir. Ya ortada insan doğasına mükemmelen hitap eden bir başyapıt vardır ki CNBC-e dizilerinin bu kategoriye girmediği aşikardır. Ya da, "uzakta bir yerlerdeki kaliteli insanlar topluluğuna" ait olduğunu hissetmeye kararlı, uluslarüstü bir insan gürühunun tamamına hitap edecek kodları barındıran, akmaz kokmaz yavan bir mizah yapılıyordur. Ufacık tefecik bir ayrıntı gibi gözükse de CNBC-e dizileri sınırlarını aşarak 17-25 yaş arası kaymak çocukların ortak dilini oluşturmaya başladı. Kendi memleketinin "kalitesiz avam"ından kaçıp Avrupa'ya Amerika'ya sığınan, apolitik veletler topluluğu, tanışır tanışmaz coupling muhabbeti yapabiliyorlar. Starbuck'larda kahve içebiliyorlar. İşe girer girmez Ally Mac Beal klonuna dönüşebiliyorlar. Ve en önemlisi o güdük beyinleriyle sadece bu saçmalıkları yaparak tatmin de olabiliyorlar.

İşin garip tarafı Starbucks, CNBC-e gibi düzey göstergelerinin Avrupa ve Amrika'da avama ait olarak kabul görmesi. Yani ortada çocuklarına piyano dersi aldırarak sosyeteye girmeye çalışan küçük burjuva ezikliği de mevcut. Hoş Avrupa'nın kaymağıyla Asya'nın kaymağı aynı bozuk sütten karılsa ne fark ederdi. Gene de bu sınıf atlama çırpınışlarının kendi içinde de bu şekilde bir çelişki barındırıyor olması ironik.

İskoçya'da 3 Gün

Deli gönül ders, ödev, görev dinlememekte direnince, geçen hafta gene kendimi sehirler arası yollara vurdum. Bohem hayatın velinimeti "ucuz ulaşım" kampanyalarını kaçırmamak için apar topar giderek 3 güne sığdırdığım İskoçya gezisi sonrası aklımda sadece tek bir soru var: "Benim Southampton'da işim ne?". Hadrian Duvarı'nın* ötesine geçtiğim andan itibaren, adanın yanlış tarafına yerleştiğimi düşünmeye başladım. Londra'dan sadece 8 saat mesafede aynı dili konuşan apayrı bir dünya var. Glasgow'a ayak basarken "tipik İngiliz" denilebilecek her türlü kavramı arkanızda bırakıyorsunuz. Kutu kutu, bir örnek İngiliz evlerinin boğuculuğu yerini daha özgün bir şehir atmosferi alıyor. Kelimenin başının ve sonunun yuvarlandığı İngiliz aksanı yerine, İngilizce'nin "yazıldığı gibi okunduğu" İskoç aksanı duymaya başlıyorsunuz. Ve en önemlisi de artık muhataplarınız çekingen ve resmi İngilizler yerine neşeli ve rahat İskoçlar. Buna ek olarak insanlar pek bir yardımsever, 3 gün boyunca sokakta ne zaman cebimden harita çıkarsam yanımda "nereyi arıyorsunuz? Yardım edebilir miyim?" diyen birilerini buldum. Sokakta saat sorduğunuzda bile telaşa kapılan İngiliz'lerden sonra, sokakta insanları durdurup "Ben bu şehre yeni geldim, katedralle kaleyi gezdim, şimdi nereye gitmemi önerirsiniz?" diye muhabbete girebileceğiniz birilerini bulmak gerçekten çok güzel bir duygu.

İnsanları bırakıp şehirlere dönersek: "hadi oradan" diyeceksiniz ama Glasgow Ankara'ya inanılmaz benziyor. Tam bir memur ve öğrenci kenti. Ufacık bir kasabayken sanayi devrimiyle bir anda büyüyüp kocaman bir şehir olmuş. Aynı yumuşak kahverengi şehir tozu, aynı gri binalar. Sonuçta böyle anlatınca özlenecek, istenecek bir şey gibi durmuyor ama 20 sene Ankara'da yaşayınca takım elbiseli adamları "hemşeri", gri binaları "memleket" olarak algılamamak elde değil. Ama tabi Glasgow'un Ankara'dan çok önemli bir farkı var: şehirle bütünleşmiş sanat ve dizayn tutkusu. Sokaklarda heykeller, özene bezene tasarlanmış binalar, her zevke hitap eden galeriler (giriş ücreti almamaları da önemli bir husus tabi), Mackintosh Tower'da habire düzenlenen sergiler ve tasarım yarışmaları.... kısacası sürekli sanatsal üretim var.

Açıkçası Glasgow'un tek eksiği tarihi doku. İşin o kısmı için bir zahmet 80 dakika mesafedeki Edinburgh'a gidilecek. Şehir buram buram 18inci yüzyıl kokuyor. Kale ve civarındaki tüm binalar tarihi. Sokakta herkesin üzerinde az çok ekoseli bir şeyler var. Tek dezavantajı çok turistik bir mekan olduğu için biraz tuzlu. Diğer bir deyişle, öyle Glasgow'daki gibi her yere elinizi kolunuzu sallayarak giremiyorsunuz. Gerçi dar taş sokaklarda avare avare dolaşmak bile insanı 200 sene geriye götürmeye yetiyor. İstanbul kadar olmasa da geçmişi hissettiren bir yer sonuçta. Unutmadan günün şansına, Edinburgh'da bir sokak çalgıcısından gayda dinleme fırsatı da buldum. Uzaktan neyse de yakından dinleyince felaket bir sesi var. Kapı gıcırtısından hallice diyebilirim. Belki çalanın beceriksizliğidir diyeceğim ama yok, o aletten adam gibi ses çıkması pek mümkün gözükmüyor.

Sormadan söylüyorum, "yenim dar, yerim dar, pazartesi dersim var" gibi muhtelif nedenlerle İskoçya'nın meşhur pastoral ortamlarını göremedim. Yeşil tepelerinde dolaşamadım. Ancak, seneye kendimi çayıra çimene salmak için bol bol fırsat bulacağımı umuyorum. Zira seneye olabildiğince kuzeye gitmeyi ve mümkünse İskoçya'ya yerleşmeyi planlıyorum. Hayatın ne getireceği belli olmasa da, var böyle bir ümidim. Ümitsiz olmaz.


*Hadrian Duvarı: Kafalarına estimi tepelerden inip Güneye doğru yağma seferleri düzenleyen İskoç kabileleriyle baş edemeyen Romalılar sonunda adayı 118 km'lik uzuuunnn bir duvarla ikiye ayırmaya karar verdiler. MÖ 136'da tamamlanan Hadrian duvarının alt tarafı İngiltere, üst tarafı ise İskoçya olarak kabul edildi. Ancak milattan sonranın ilerleyen yıllarında hırslanarak, Asya'dır Afrika'dır ne bulduysa sömürgeleştiren İngiltere, iki arada bir derede İskoçya'yı da ucundan tırtıkladığı için duvarın şu anda pratik bir değeri bulunmamaktadır. Pek güneş yüzü görmediğinden olacak, "üzerinde güneş batmayan imparatorluk" olma hevesine kapılan İngiltere hazır oraya kadar çıkmışken İrlanda'nın da yarısını cebine atmış, lakin bu yolla başına aldığı beladan kolay kolay yakasını sıyıramamıştır. Ama bu başka bir hikaye ve başka bir zaman anlatılmalı.

havasına suyuna

Eğer İngiltere'nin sisli havasından bile daha sıkıntılı bir ruh haliyle sokakta dolaşıyorken, birileri yanınıza gelip "naber? benim adım... " diye konusmaya başlarsa ve bunu size yiyecek gibi bakmadan yaparsa kesinlikle Akdenizlidir. Eğer siz de Akdeniz'liyseniz vasati 5 dakika içinde can ciğer kuzu sarması olabilir, ertesi gün kendinizi 10 farklı memleketin vatandaşlarından müteşekkil bir grupla eğlenirken bulabilir ve hatta içlerinden biriyle hemşeri falan da çıkabilirsiniz. Yalnızlıktan delireceğinizi düşünürken bir anda neşelenir, "Hayat güzel aslında" dersiniz. Hayat garip, hayat işgüzar, insan eşşeğini haybedip bulduruyor mütamadiyen. Ve gene de güzel.....

Perhiz ve Lahana Turşusu

Kişisel tanışıklığım olanların da etkisiyle kafamdaki "vejetaryen" imajı, güzel yemek yapmak, gurmelik, dünya mutfaklarına meraklı olmak gibi özellikleri de içerirdi. Ta ki, buraya gelene kadar. Bildiğiniz gibi İngiltere, eski kıtanın gayet eski yerleşim birimlerinden biri olmasına rağmen bir "mutfak" geliştirememesiyle meşhur. Yemek yapma anlayışı, buzdolabında ne varsa tespiye boca edip, fırına sürmekten ibaret bir coğrafyanın vejetaryenları da bir acaip oluyor doğal olarak. Temelde makarnayla beslenmeleri, meyveden haz etmemeleri, en uyduruk sebze yemeğinin bile altından kalkamamaları ve bakliyatların nasıl pişirileceğini bilmemeleri bir derece de, bunların vejetaryenlik anlayışları da bir tuhaf.

Ben en iyisi bu noktada lafı dolandırmadan sizi iki Britanya veggie'sinin beyatanlarıyla başbaşa bırakayım:

a) -Vejetaryen'im ama bacon'ın tadı çok güzel. Bacon yiyorum ama et yemiyorum. (Bacon bildiğimiz pastırmanın domuz versiyonu oluyor)

b) -Kahvaltıda yumurta yemeyi çok seviyorum.
-Sen vegan değil miydin?
-E ama yumurta süt ürünü değil ki!

İdeal insan "ihmal" avında

Beklenmedik, istenmedik birşey olduğunda bütün olayı bir "ihmal"e bağlamak ne kadar kolay kolay aslında. Özellikle de günün birinde bizim ya da çok sevdiğimiz birilerinin başına gelmesi muhtemel kötü bir olayı duyar duymaz ilk iş olarak hoyratça ihmal arayıp buluyoruz. Uçak düşer pilotaj hatası olur, çığ düşer ekip hatası olur. Herhangi bir durumda ihmal bulmak dünyanın en kolay işi. Kim "ben hayatta her işi kitabına uygun yaptım. Hesaplanmamış hiçbir risk almadım" diyebilir ki? Ben diyemiyorum şahsen. Ayrıca çoğu durumda "kitabına uygun davranmak" riskin en büyüğü oluyor. En azından hayati zaman kayıplarından kaçınmak için kuralları ucundan tırtıklamak zorunda kalıyoruz. Zaten riskten kaçma yolunda işi "yıldırım düşer korkusuyla evde oturma"ya kadar götürüp delirmek te mümkün.

İhmal aramak aslında, ruhen yetişkinlikten nasibini alamadığı için hayatın kötü sürprizleri karşısında mütemadiyen şok geçiren insangillerin favori kaçışı. Ne de olsa işin ucunu ihmale bağlayınca, aynı şeyin kendi başına gelme ihtimalini düşünmek zorunda kalmıyor. Çünkü o "ideal bir insan" olduğu için asla ihmalde bulunmaz. Bulunmuşsa bile, ya ihmallerini fark etmeyecek kadar salaktır, ya da hatırlamamayı tercih ediyordur. Trafik kazası falan izlemeye de bayılır bu ideal insan. İyice bakar ki, bir ihmal bir terslik bulsun, kendisinin kaza yapan şöförden farklı olduğuna inanıp rahatlasın.

Tamam, "İhmal öldürür". Tamam, "Kendimizin ve başkalarının ihmallerinden ders almalıyız". Ama ihmal arayışını merhumların, kazazedelerin iki lafla infazına kadar götürmeden önce en azından şunu hatırlamak gerekir: kıyısından dönülmüş ölümcül kazalar arkadaş sohbetlerinin favori malzemesidir. Daha da beteri, beladan ne kadar kıl payı (ve şans eseri!) sıyrılınmışsa olayın kahramanı o kadar prestij kazanır. Ve aynı durumda sadece o yaşamsal kıl payını yaratan şans yüzüne gülmediğinden mağdur olanlar acımasızca yerin dibine sokulur. Peki bu durumda bir haksızlık, bir ironi, ya da en azından bir gariplik yok mu?

Tintagel Surlarında Efsane Kovalamaca

Kendimi bildim bileli beni otobüs-tren-uçak tutar ve ne gariptir ki, gene de en çok seyahat ederken mutlu oluyor, "yaşadığımı" hissediyorum. Sonunda gene dayanamadım, geçen hafta şöyle bir Cornwall taraflarına açıldım. Öncelike şunu bilin ki prensim, bu Cornwall; İngiltere'nin okyanusa çıkıntı yapan güney-batı ucunda bulunuyor. Kral Arthur ve şürekasının maceralarında adı geçen neredeyse tüm mekanlar da bu bölge içinde. Ben de, buralara kadar gelmişken yapılacak en eğlenceli şeyin Arthur'un yolunu takip etmek olduğuna karar verdim ve ilk iş olarak Uther Pendragon'un (Arthur'un babası) meşhur kalesi Tintagel'e doğru yola çıktım.

Yola çıkış amacım Tintagel'e varmak olmasına rağmen, final dönemi karmaşası içerisinde yapılan yarım yamalak seyahat planları sonunda konaklama mekanı olarak Plymouth'u seçtim. Rastgele ama şanslı bir seçim oldu. Her ne kadar Tintagel için biraz sapa kalsa da (3 vasıta değiştirerek 2 saat yol gitmek gerekiyor) Plymouth çok güzel bir liman şehri. 16ıncı yüzyılda Francis Drake'in dünyanın çevresini dolaştığı seyahatin başlangıç noktası da burası. Zaten İngiltere'de neredeyse her liman kentinin böyle, dünyanın biryerlerine keşfe, işgale falan gitmiş meşhur denizcileri var. Burada geçirdiğim 4 ay sonunda bu durumu İngilizlerin de İngiltere'de acaip canlarının sıkılmasına bağlıyorum.

Plymouth, İngiltere standartlarına göre bayağı hareketli ve turistik. Hareketli dediysem öyle İstanbul, Ankara falan beklemeyin! İşte haftasonu ahali dükkan geziyor, şehre iki beden bol gelen geniş meydanlarda yürüyüşe çıkanlar falan oluyor bazen, bir de akşamları publarda bir kalabalıklaşma göze çarpıyor. Plymouth'un en görmeye değer yeri, çok eski bir deniz fenerini çevreleyen heykellerle süslü güzel büyük bir park. Köpek gezdiren 2-3 kişi dışında gayet tenha olan parkın sefasını sürme görevini bir süreliğine ben üstlendim. Bu arada da senelerdir yapmak istediğim bir şeyi yapıp bir deniz fenerini gezdim. Klostrofobik bir çekiciliği olduğunu söyleyebilirim. Fenerlerin her gece ateşle yakıldığı devirlerde denizin ortasında yaşayan fener bekçilerinin ölümcül izolasyonuna hayret etmemek elde değil. Ve tabi fenerin manzarası da pek hoş.

Şehirdeki keşif gezisi dahilinde alınan yol tarifi uyarınca ikinci gün Tintagel yollarına düştüm. İlk etapta trenle Bodmin'e gittim. Yol sadece 2 durak olmasına rağmen, şehir bitip ormanlar başlayınca kendinizi farklı bir memlekete gitmiş gibi hissediyorsunuz. Her taraf yemyeşil ve genel manzara Karadeniz'i andırıyor. Trenden indiğim yer zaten ayrı bir şirin: ormanın içinde minicik bir gar ve kutu gibi bir kafe. Otobüsü bekleyecek olmama ciddi ciddi sevindim.

Otobüse bindiğimde fark ettim ki, o kalıplaşmış klasik İngiliz kuralcılığından uzaklaşmak için ülkenin pastoral kesimlerine doğru azıcık açılmak yeterli oluyor. Şehirlerarası yolu 60 km hızla giden şöförlerin yerini burada "debriyaja basmadan vites değiştiren" dolmuşçu ruhlu "kaptan"lar almış. Harala gürele ilerliyoruz ormanların, tepelerin arasından.

Öğlen civarı Tintagel'e vardım. Beklediğim üzere, içi dışı "Kral Arthur" olmuş (Kral Arthur bistro, Camelot Otel, Merlin mineral müzesi, Arthur kitapçısı gibi bilimum dükkanlar ve New Age mantalitesini ters bitarafından anlamış post-modern pagan cadı'lara -wicca- hitap eden her nevi malzeme mevcut) turistik, ufak bir köy. O köyün orada olma nedeni olan Kale ise görünürde yok. "Kale manzarası" yazan tabelaları takip ederek yolun sonuna kadar yürüyünce karşınıza yandaki gibi bir bina çıkıyor. Kapısında "kapuçino bulunur" tabelası ve geniş bir otoparkı var. Bu tabii ki kale falan değil, absürdlüklere gebe 21inci yüzyılın ruhunu yansıtan "Camelot Otel". Kale ümitlerim azaldıkça sinirlenmeye başlıyorum... ki karşıki tepede onu görüyorum: "Tintagel Kalesi". Okyanusun ortasında bir adacıkta, kayaların tepesinde azametle duruyor. O rüzgara, denize ve yıllara dayanan sadece 3-5 suru kalmış olsa da etkileyici bir görüntüsü var. Martıların çığlıkları eşliğinde 90 küsür basamak çıktıktan sonra tahta bir kapı buluyorsunuz (kapının üzerinde "çıkarken kapatın" yazmasa daha iyi olurdu ama neyse:) İçeri girince ise ne göreceğiniz sadece hayal gücünüze kalmış. Çoğu evin sadece temelleri duruyor ama bakmayı bilirseniz ocağın üzerinde asılı üç ayaklı bir kazan, duvara dayalı babadan kalma bir kalkan, ot yataklar ve yün eğiren uzun etekli kadınlar görebilirsiniz. Hatta, canınız evde oturup ortaçağ dedikodusu dinlemek istemiyorsa dışarı çıkıp, dar sokaklarda yürüyebilir, gözcü kulelerine gidip karşı tepelerdeki işaret ateşleri yanıyor mu diye kontrol edebilirsiniz. Surlar kısmen yerinde olduğu için mızraklarına yaslanmış uyuklayan nöbetçileri fark etmek ise nispeten daha kolay. Nöbetçilere "Ben bir arkadaşa bakıp çıkacaktım" diyerek surların üzerine doğru uzandığınızda ise ufku boğan sisler, gri bir deniz ve gel-git'le gündelik kapışmasını yaşayan "Merlin'in mağarası"nı bulacaksınız. Benim tavsiyem, yolunuz düşerse, deniz kabuğu toplayın, kayaların üzerinden sekin ve yüksekçe bir yere çıkıp dalgaları izleyin. İnşasından 300 sene evvel yaşamış olsalar da, okyanusu bekleyen o eski kalede Arthur'u, Günievere'i, Tristan ile İseult'u, Merlin'i ve Gölün Hanımı'nı bulabilirsiniz.

İYİ KAYTARMALAR !


Meali: "Sıkı çalışmak çoğu zaman geleceğinizi kurtarır. Kaytarmak ise her zaman bugünü."* Sonunda tembelliğimi meşrulaştırmayı da başardım. Başım göğe erdi.

Bir de Isaac Newton'un mezuniyet yasalarından**
"A grad student in procrastination tends to stay in procrastination unless an external force is applied on" (yani: "Kaytarma durumunda olan bir lisansüstü öğrencisi, dışardan bir kuvvet etki etmedikçe kaytarmaya devam edecektir") lafi var ki ben zaten şu anda bu tezi ispatla meşgulüm.

Ayrıca unutmayalım ki, "İnsan yorgun doğar, dinlenmek için yaşar".

İyi kaytarmalar.

*Diğer demotive edici özlü sözler için ise:
http://www.despair.com
**http://www.phdcomics.com/...s/archive.php?comicid=221


NOT: Bilinçli ve bilinçsiz yaptığım, tüm kaytarma, aksatma, dikkat dağıtma çalışmalarıma karşın, demin hayatımda ilk defa bir sınava 36 saatten fazla kala konuları bitirmeyi başardım. (Bilen bilir, normalde 2 saat kala bitirirsem mucize sayarım:) Üzerimde acaip bir boşluk hissi var. 3 gunde 59 online, 9 fotokopi halde makale okuduktan sonra su anda sadece uyumak istiyorum.

Beynimle Didişmeler:

İnsan beyni -en azından benimki- riyakar bir organdır. İçinde bulunduğu bünyeye kazık atmak için en olmadık zamanlarda en olmadık şeyleri üretir. Mutlu, boş, hayta zamanlarda, basit bir can sıkıntısını oyalayacak konu bulamayan beyin, her ne hikmetse ne zaman yumurta kapıya dayansa pek bir verimli çalışır. İstisnasız her hayati durumda, alakasız konularla parazit yapar. Dahası takılacağı konuları inadına en ilginç, en zevkli olanlardan seçerki, "yapılması gereken"le "yapılması istenen" arasındaki gerilim artsın. Şeytana uymak kolaylaşsın.
Ders çalışacaksanız anılar canlanır. İş yapacaksanız yaratıcılığınız depreşir. Sabahın köründe uyanacağınız için acilen uyumanız gerektiğinde, olabilecek en alakasız şey aklınıza takılır. "Kontiki* neydi? İsmi de bir yerlerden tanıdık geliyor ama" diye düşünerek sabahı edersiniz. En beteri ve en kaçınılmazı da iki ayağınız bir papuca girmişken yeni felsefi açılımlara girmektir. Hayatla ilgili en derin sorgulamalar, en temel çelişkiler nedense en olmadık zamanlarda akla gelir, kafanızı karıştırır. Hayat normale döndüğünde ise bilincin en güneş görmemiş yerine iteleniverirler. Ta ki bir sonraki konsantrasyon gerektiren, stresli döneme kadar. Sonra sil baştan aynı hikaye.
Gönül ister ki, final dönemlerinde -ve benzer şıkışıklıklarda- şalterleri kapatmak mümkün olsun. Konsantrasyon bozulmasın, verimlilik artsın. Ama namümkün! Olmadı. Olmuyor. Mesela benim şu anda ödev yapıyor olmam gerekirken hala internette fink atıyorum.

*Kon-tiki: Norveçli gezgin Thor Heyerdahl'ın 1947'de Peru'dan Polinezya'ya giderken kullandığı balsadan yapılma sal. Heyerdahl, vakti zamanında yerlilerin benzer sallarla aynı yolculuğu yaptığına inanıyordu. Bunu kanıtlamak için yola çıktı ve okyanusu geçmeyi başardı.

Savulun, Ferzan memleketten geliyor!


Cumartesi sabahı anladım ki memlekete gitmekle seyahate çıkmak arasında ciddi bir fark var. Uzun DKSK yılları boyunca dağa fazladan don bile götürürken kırk kere düşünmesiyle nam salan, tatile okul çantasıyla giden bendeniz, Ankara'dan İngiltere'ye 40 kilo yükle geldim! Nasıl oldu inanın ben de bilmiyorum. Dergiler, kitaplar, giysiler, pembe çizik zeytin, lokum, lavabo aç, boş CD derken bir süre sonra kendimi kaybetmişim. En son havaalanında ağzına kadar dolu bir sırt çantası, 20 küsur kiloluk bir çekçekli bavul, 3.5 kiloluk devlet gibi bir bilgisayar* ve bir omuz çantasıyla koşmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Devamı zaten fiyaskoyla cinnet arası bir şeydi.
31 aralıkta grev yapmaya karar veren Londra metro'su ve kafasına göre çalışmakta direten ultra bürokratik belediye otobüsleri** yüzünden helak oldum. Metrodan otobüse, otobüsten metroya atlayıp zıplarken hayatın anlamını sorgulama aşamasına geldim. İstanbul'dan Londra'ya geldiğim kadar süreyi, teyzemin evine ulaşmaya harcadım.
Değil ayakta duracak, nefes alacak bile kudret bulamıyordum ama inadım inat, yeni yıla Trafalgar meydanında girecektim. Ama belediyenin iradesi benimkinden baskın çıktı: yeni yıla otobüste girmek durumunda kaldım. Gene de güzeldi (ya da öyle olduğunu düşünmek istiyorum). Bir süre köprülerin üzerinde dolaştım, sarhoşları izledim, doğru tarafa gittiğini umduğum bir otobüse atlayıp uyuyakaldım. Bir ara adamın teki mızıka çalmaya başlayınca uyandım. Otobüsçe şarkı söyleyip tempo tuttuk. Sonra bir şekilde eve ulaşıp tekrar uyuyakaldım.
Lakin sabah uyandığımda gene bavullarımla başbaşaydım ve Victoria otogarına kadar uzuunnn bir yol vardı. Belediye otobüsündeki göçmen savaşlarını (bu başka bir hikaye ve başka bir zaman anlatılmalı) atlattıktan sonra metrodan metroya dolanarak Victoria semalarına geldim. Sürpriz: Yüzyıllara meydan okuyan Londra'nın, 500 yıllık altyapısıyla başa çıkamayan belediyesi, çam süsleme, havuz yapma, tüy dikme aktivitelerinden vakit bulup, kentin tek sehirlerarası otobüs terminaline giden tek metro çıkışına yürüyen merdiven falan koymamış. Yani başka bir ülkede ve ya şehirde gözüme batmaz ama lüks içinde yüzen Avrupa'nın en lüks mahallerinden birinde bu tür şeyler sinir bozucu oluyor.
Neyse Brezilyalı bir kızın da yardımıyla otobüse binmeyi başardıktan sonra Southampton'a vardım. Saf saf yolun bittiğini düşünüyordum ki, noel tatili dolayısıyla yurda giden otobüslerin kaldırıldığını farkettim. Tekeri iflas etmiş bavulum, çantam ve artık nefret etmeye başladığım bilgisayarımla kampüste "acı yok rocky" ruh halinde ilerlemeye başlamıştım ki Malezya'lı bir çocuk yardıma geldi. Kendisi sanırım Türkçe bilmiyor ama ben gene de buradan tekrar teşekkür ediyorum. Anladım ki, uzak ülkelerden gelenler yaklaşık aynı zorlukları yaşadığı için birbirini anlıyor, yardım ediyor.
Devamında zafer kazanmış kolordu komutanı edasıyla odanın ortasına attım bavulları. Hesapta eşyaları yerleştireceğim ama yarım saat sonra vazgeçip yattım zaten. Sabah uyandım ki, 8 metrekare oda panayır yeri gibi, adım atacak yer yok. Ama olsun, sonuçta eşya taşıma faslı bitmişti. En azından yaza kadar!
-------
Notlar:
*Bilgisayarım, 3.5 kiloluk ağırlığı, 15.2 inch ekranı, haşmetli görüntüsü ve mehter takımına taş çıkartan hızıyla bu sıfatı sonuna kadar haketmektedir. Kendisi ayrıca bit kadar hafızası dolayısıyla vasati 3-5 dakikada ancak açılabilmekte, programları kafasına göre bir sırayla ve verimsizliğin doruklarında bir düzenle çalıştırmaktadır. Her hangi bir prgorama müdehale etmenin 1001 türlü bürokrasi gerektirdiği bu şirin şey , tüm bu özellikleriyle hakikaten devlet gibidir.
**Londra'da belediye otobüsleri sizi kafalarına göre bir durakta indirebilir ve paşa paşa yeni bir otobüs beklersiniz. Bir sonraki otobüsün gelmemesi yüksek bir ihtimaldir ve şöförlerin de konuyla ilgili sizden fazla birşey bildiği yoktur. Burada canı sıkılan yeni düzenleme yapmaktadır. Düzenlemeler zırt ulaştırma dairesinin pırt panosunun sağ alt köşesine asılmaktadır. İşi gücü olmadığı varsayılan Londra'lıların her gün pano takip etmesi beklenmektedir.
Hey gidi Douglas Adams, sen ne mübarek bir adammışsın. Ben de Otostopçunun Galaksi Rehberi'ni kurgu sanıyordum. Meğerse sadece "İngiliz"miş.

Back to Home Back to Top FARLİMAS. Theme ligneous by pure-essence.net. Bloggerized by Chica Blogger.