Seine nehri kıyısından....

Sonunda ne zamandir yapmak istedigim bir şeyi yaptım. Pastöral İngiltere'min baş şehrinden çıkıp, bohem dünyanın kristal kalesine, Paris'e, sefere gittim. Metroyla Victoria terminaline, oradan otobusle Dover limanına, Dover'dan feribotla Calais'e, Calais'ten otobüsle Paris'e yaptığım başdöndürücü bir seyahat sonunda, Avrupa'nın bir başka köşesinde ikamet etmekte olan kıdemli kankam Burcu ile geçen Cumartesi, sabahın köründe Eyfel'in dibinde buluştuk. Eyfel kulesine Gima'nın önü muamelesi yapabilmenin mutluluğuyla geçen birkaç saatten sonra oglene doğru Paris'te olduğumuzu idrak edebildik.

Gerçek bir şehrin taşıması mümkün olamayacak kadar büyük imajlar (zaten hic inanmadığım) ve (bana ait olmayan) beklentilerle yaldızlanmış Paris tam da beklediğim gibi çıktı: Cefanın da sefanın da dibine kadar yaşandığı bir metropol, bir koloni dönemi sonrası çöplüğü. Yani inanılmaz dinamik ve karakter sahibi bir kent. Bu karmaşıklığıyla teoride Londra'dan, New York'tan bir farkı olmaması gerekirken, dikkatli bakınca Paris'i diğerlerinden ayıran çok keskin çizgiler var. Çeşitli etnik grupların cirit attığı emsallerinin aksine Paris'in merkezinde neredeyse sadece has Fransız'lar var. Sonradan gelenler, özellikle de zenciler anladığımız kadarıyla banliyölere sürülmüş durumda. Paris'i Paris yapan bir başka özelliği ise, popüler kültüre İngilizler ya da Amerika’lılar kadar kaptırmamış olması. Londra'da okunan best sellerların yerine, Paris'te insanların elinde Simone de Beauvoir, Victor Hugo görüyorsunuz.

Bunları bırakıp kendi hikayemize dönersek; Pek çok turist gibi biz de maceramıza şehrin alamet-i farikası Eyfel'i tavaf ederek ve hatta tepesine çıkarak başladık. Mühendis estetiği olarak tanımlanabilecek bir görüntüsü, Atakule'den hallice bir yüksekliği ama Seine nehrine sükür daha güzel bir manzarası var. Ama eski dar sokaklarda yürüyüp, müzisyenler eşliğinde ve yeşillikler içinde, çok daha güzel bir Paris manzarası izlemek isterseniz Sacre Cour'a gitmenizi öneriyorum. Amelie filminin de çekildiği bu nezih tepede, yağmuru yedikçe beyazlaşıp parlayan bir kilise ve şehre bakan harika bahçeler var. Meşhur pavyon Moulin Rouge'da bu bölgede bulunuyor.

Paris'in gezilecek ana mekanlar, sayısız köprü, rengarenk gravürler satan tezgahlar ve çeşitli zanaatkarlarla dolu Seine nehri kıyısında toplanmış. Eyfel'den yürümeye başlayınca, önünde sokak sanatçılarının mesken tuttuğu, tren garından müzeye dönüştürülmüş Musee D'orsay, Seine nehrindeki en eski köprü Pont Neuf, son 6 ayını i-pod'un dişi mi erkek mi olduğunu bulmaya adamış (malum artikeller karışık işler) Fransa'nın TDK'sı Academie Française, Louvre müzesinin git git bitmeyen yan duvarı, vaktiyle içinde insanat bahçesi (Gözünüzün önüne bir hayvanat bahçesi getirin. Şimdi hayvanları çıkartıp Fransızlar dışındaki çeşitli etnik grupları koyun. İşte size bir "human zoo") bulunduğu söylenen Grand ve Petit Palais'ler ve nihayet Notre Dame'ın da içinde bulunduğu bir adacık çıkıyor.

Bu ufak adanın tek olayı Notre Dame değil tabi ki. Gece hayatı da pek bir renkli. Güneş batar batmaz, önce müzisyenler St Michael'i dolduruyor. Sonra yavaş yavaş lokantaların sokağa attığı masalar dolmaya başlıyor. Millet yiyip içtikçe şenleniyor ortalık. Burada yemek te İngiltere’dekine kıyasla ucuz ve güzel. Özellikle 20-30 yıllık yerel lokantalarda çok ta bütçeyi örselemeden Fransız mutfağını deneme imkanı var. Ama anladığım kadarıyla garsonlarında hafiften bir Karadeniz’lilik var. Balığa limon sıkmaya çalışınca tabağı geri götürdüğü rivayet edilen Ayder’li balıkçı misali buradakiler de istediğiniz içecek yerine “o yemekle içilmesi gereken” birşeyler getiriyorlar.

Lokantalar ve sokak kafeleri diyince Champ Elysees'i de unutmamak lazım tabi. Arch de Triomphe'dan başlayıp Louvre'a doğru uzanan bu elitist bulvarda, nezih sokak kafeleri, Çin'de bire ürettiğini Fransa'da markalayıp bine satan çeşitli mağazalar, 3 adet Mc Donald's ve bir de 90 euro'yu bastıranın şampanya içip tangalı revü kızlarını seyrettiği meşhur Lido var. Ve tabi caddenin sonunda bahçesi ayrı, içi ayrı güzel Louvre. Ön cehpesi cam bir piramit tarafından ele geçirilmesine rağmen heybetinden birşey kaybetmemiş güzel Louvre, Darius'un sarayının kolonu, Milano Venüs'ü, Hamurabi kanunları gibi binlerce ilginç esere ev sahipliği yapıyor. Turistler ise nedense tüm bunları es geçip Mona Lisa'nın cam bir kutuya hapsedilmiş, özel korumalarla çevrelenmiş replikasının önüne yığılmayı tercih ediyorlar. Louvre'un Versailles sarayı örnek alınarak yapılmış bahçesi de şehirdeki en güzel aylaklık mekanlarından. 6 saatte yarısını anca gezdiğiniz müzeden çıkışta ayaklarınızı uzatıp uyumanız için şezlong bile koymuşlar.

Ama kesin olarak söyleyebilirim ki beni en çok etkileyen yapı, uçan payandaları, gül pencereleri, gargoyleları ve Süleyman'ın mührü şeklindeki yapısıyla gotik mimarinin Galip Tekin çizgiromanlarına yaraşır örneği Notre Dame de Paris oldu. "Yakışıklı değil ama karizmatik" diyebileceğimiz Notre Dame'da benden etkilenmiş olacak ki, Paris'teki son günümde önünden geçerken bana bir sürpriz yaptı. Kapılar birden açıldı ve önde tütsü sallayan bir rahip, arkada da ful kadro kilise avanesi, taç giydirdikleri Meryem heykelini taht-ı revana bindirip (Notre Dame de Paris, Meryem'e adanmış bir kilise ve hatta adını da Türkçeye direk çevirince "bizim hanım" oluyor:) ilahiler eşliğinde adayı dolaşmaya başladılar. Arkalarında da bir sürü tespih çeken, ilahi okuyan katolik. Bir de son dakika golü atma keyfiyle ben tabi.

Back to Home Back to Top FARLİMAS. Theme ligneous by pure-essence.net. Bloggerized by Chica Blogger.