Eller havaya

Bazen, normal şartlar altında kaale almayacağınız poplukta bir şarkının hayatınızın bir dönemine fon müziği olarak ne kadar uyduğuna şaşırdığınız olur mu? Haydi gençler, şimdi eller havaya yapıyor ve Ferzan'ın Londra'daki nedensiz varoluşunun birinci yıldönümünü hep beraber kutluyoruz. Sıradaki şarkı atıl geçen aylarımın dipdibe dizilmesinden oluşan 2007 yılı için Sertab'dan geliyor:

Bu sene iyi geçmedi söylemem lazım
Kader beni seçmedi ama görmemem lazım
Belki birden bire yeniden başlamam gerek
Eskiden taptığımı bugün taşlamam gerek

Yeni bir aşk yeni bir iş
Yine gülecek bir neden lazım
Yeni bir haber yeni bir kader
Bunlar için bana şans lazım

Yeni bir duruş yeni dokunuş
Tek tek keşfetmem lazım
Yeni bir hayat gerisi bayat
Kendime yeni bir ben lazım

Günler güzel geçmedi unutmam lazım
Asıp yüzümü kalmışım azcık kırtmam lazım
Hep içime atmışım anlatmam gerek
Hepsini bir kazana atıp toptan kaynatmam gerek

Seine nehri kıyısından....

Sonunda ne zamandir yapmak istedigim bir şeyi yaptım. Pastöral İngiltere'min baş şehrinden çıkıp, bohem dünyanın kristal kalesine, Paris'e, sefere gittim. Metroyla Victoria terminaline, oradan otobusle Dover limanına, Dover'dan feribotla Calais'e, Calais'ten otobüsle Paris'e yaptığım başdöndürücü bir seyahat sonunda, Avrupa'nın bir başka köşesinde ikamet etmekte olan kıdemli kankam Burcu ile geçen Cumartesi, sabahın köründe Eyfel'in dibinde buluştuk. Eyfel kulesine Gima'nın önü muamelesi yapabilmenin mutluluğuyla geçen birkaç saatten sonra oglene doğru Paris'te olduğumuzu idrak edebildik.

Gerçek bir şehrin taşıması mümkün olamayacak kadar büyük imajlar (zaten hic inanmadığım) ve (bana ait olmayan) beklentilerle yaldızlanmış Paris tam da beklediğim gibi çıktı: Cefanın da sefanın da dibine kadar yaşandığı bir metropol, bir koloni dönemi sonrası çöplüğü. Yani inanılmaz dinamik ve karakter sahibi bir kent. Bu karmaşıklığıyla teoride Londra'dan, New York'tan bir farkı olmaması gerekirken, dikkatli bakınca Paris'i diğerlerinden ayıran çok keskin çizgiler var. Çeşitli etnik grupların cirit attığı emsallerinin aksine Paris'in merkezinde neredeyse sadece has Fransız'lar var. Sonradan gelenler, özellikle de zenciler anladığımız kadarıyla banliyölere sürülmüş durumda. Paris'i Paris yapan bir başka özelliği ise, popüler kültüre İngilizler ya da Amerika’lılar kadar kaptırmamış olması. Londra'da okunan best sellerların yerine, Paris'te insanların elinde Simone de Beauvoir, Victor Hugo görüyorsunuz.

Bunları bırakıp kendi hikayemize dönersek; Pek çok turist gibi biz de maceramıza şehrin alamet-i farikası Eyfel'i tavaf ederek ve hatta tepesine çıkarak başladık. Mühendis estetiği olarak tanımlanabilecek bir görüntüsü, Atakule'den hallice bir yüksekliği ama Seine nehrine sükür daha güzel bir manzarası var. Ama eski dar sokaklarda yürüyüp, müzisyenler eşliğinde ve yeşillikler içinde, çok daha güzel bir Paris manzarası izlemek isterseniz Sacre Cour'a gitmenizi öneriyorum. Amelie filminin de çekildiği bu nezih tepede, yağmuru yedikçe beyazlaşıp parlayan bir kilise ve şehre bakan harika bahçeler var. Meşhur pavyon Moulin Rouge'da bu bölgede bulunuyor.

Paris'in gezilecek ana mekanlar, sayısız köprü, rengarenk gravürler satan tezgahlar ve çeşitli zanaatkarlarla dolu Seine nehri kıyısında toplanmış. Eyfel'den yürümeye başlayınca, önünde sokak sanatçılarının mesken tuttuğu, tren garından müzeye dönüştürülmüş Musee D'orsay, Seine nehrindeki en eski köprü Pont Neuf, son 6 ayını i-pod'un dişi mi erkek mi olduğunu bulmaya adamış (malum artikeller karışık işler) Fransa'nın TDK'sı Academie Française, Louvre müzesinin git git bitmeyen yan duvarı, vaktiyle içinde insanat bahçesi (Gözünüzün önüne bir hayvanat bahçesi getirin. Şimdi hayvanları çıkartıp Fransızlar dışındaki çeşitli etnik grupları koyun. İşte size bir "human zoo") bulunduğu söylenen Grand ve Petit Palais'ler ve nihayet Notre Dame'ın da içinde bulunduğu bir adacık çıkıyor.

Bu ufak adanın tek olayı Notre Dame değil tabi ki. Gece hayatı da pek bir renkli. Güneş batar batmaz, önce müzisyenler St Michael'i dolduruyor. Sonra yavaş yavaş lokantaların sokağa attığı masalar dolmaya başlıyor. Millet yiyip içtikçe şenleniyor ortalık. Burada yemek te İngiltere’dekine kıyasla ucuz ve güzel. Özellikle 20-30 yıllık yerel lokantalarda çok ta bütçeyi örselemeden Fransız mutfağını deneme imkanı var. Ama anladığım kadarıyla garsonlarında hafiften bir Karadeniz’lilik var. Balığa limon sıkmaya çalışınca tabağı geri götürdüğü rivayet edilen Ayder’li balıkçı misali buradakiler de istediğiniz içecek yerine “o yemekle içilmesi gereken” birşeyler getiriyorlar.

Lokantalar ve sokak kafeleri diyince Champ Elysees'i de unutmamak lazım tabi. Arch de Triomphe'dan başlayıp Louvre'a doğru uzanan bu elitist bulvarda, nezih sokak kafeleri, Çin'de bire ürettiğini Fransa'da markalayıp bine satan çeşitli mağazalar, 3 adet Mc Donald's ve bir de 90 euro'yu bastıranın şampanya içip tangalı revü kızlarını seyrettiği meşhur Lido var. Ve tabi caddenin sonunda bahçesi ayrı, içi ayrı güzel Louvre. Ön cehpesi cam bir piramit tarafından ele geçirilmesine rağmen heybetinden birşey kaybetmemiş güzel Louvre, Darius'un sarayının kolonu, Milano Venüs'ü, Hamurabi kanunları gibi binlerce ilginç esere ev sahipliği yapıyor. Turistler ise nedense tüm bunları es geçip Mona Lisa'nın cam bir kutuya hapsedilmiş, özel korumalarla çevrelenmiş replikasının önüne yığılmayı tercih ediyorlar. Louvre'un Versailles sarayı örnek alınarak yapılmış bahçesi de şehirdeki en güzel aylaklık mekanlarından. 6 saatte yarısını anca gezdiğiniz müzeden çıkışta ayaklarınızı uzatıp uyumanız için şezlong bile koymuşlar.

Ama kesin olarak söyleyebilirim ki beni en çok etkileyen yapı, uçan payandaları, gül pencereleri, gargoyleları ve Süleyman'ın mührü şeklindeki yapısıyla gotik mimarinin Galip Tekin çizgiromanlarına yaraşır örneği Notre Dame de Paris oldu. "Yakışıklı değil ama karizmatik" diyebileceğimiz Notre Dame'da benden etkilenmiş olacak ki, Paris'teki son günümde önünden geçerken bana bir sürpriz yaptı. Kapılar birden açıldı ve önde tütsü sallayan bir rahip, arkada da ful kadro kilise avanesi, taç giydirdikleri Meryem heykelini taht-ı revana bindirip (Notre Dame de Paris, Meryem'e adanmış bir kilise ve hatta adını da Türkçeye direk çevirince "bizim hanım" oluyor:) ilahiler eşliğinde adayı dolaşmaya başladılar. Arkalarında da bir sürü tespih çeken, ilahi okuyan katolik. Bir de son dakika golü atma keyfiyle ben tabi.

Çarşamba'yı sel aldı


Birbirinden beter iki iklim arasında şaşalamış durumdayım. Ankara bilinen en sıcak yazını, İngiltere de bilinen en ıslak yazını geçiriyor. 1 hafta önce günlük güneşlikken gezdiğim yerleri sel bastı. Hergün yağmur yağıyor, birkaç gündür güneş yüzü görmedik ve hava da en fazla 20 derece. Telefonda konuştuğum Türkiye camiası da hep bir ağızdan "sıcaktan buharlaşmak üzere" olduklarını beyan ediyorlar. Dünya çok mu küçük, çok mu büyük, kararsızım ama bu havada ne Londra ne de Ankara iç açıcı geliyor. Acilen 4 mevsimi, uç noktalara gitmeden yaşayan bir memleket bulup yerleşmeyi planlıyorum. Şimdilik budur bütün derdim.

He de geç

Geçmek bilmez mide ağrıları ve uykusuz geceler eşliğinde yaptığım iç hesaplaşmalar neticesinde dış dünyanın iç dünyama sızıp istikrarsızlık yaratmasına neden olan açığı bulmuş bulunuyorum: "he diyip geçme" beceriksizliği. Milletin ne ağzı, ne fikri, ne de paşa gönlü torba olmadığı için ortalıkta türlü çeşitli öneriler, talepler, fikirler, değerlendirmeler ve genellemeler uçuşuyor. Gün boyunca maruz kaldığım bu söz ve yazı öbeklerini yaratıcıları bile ürettikten 5 saniye sonra unuturken ben nedense eviriyor, çeviriyor, yorumluyor, kapışıyor, beynimi bulandırıyorum. Hayır bir de, kendi durumum için konuşuyorum, madem eninde sonunda gene bildiğini okuyacaksan elalemin derdinden gerilmenin ne getirisi var.

Bazen anne sözü dinlemek; "he diyip geçmek" lazım. Ama "he" demeyi öğrenmek öyle ha diyince olmuyor. Buradaki "He" yıllar içinde edinilen bir sosyal zırh çeşidi. Çarpışan arabalar misali cazgır cazgır geçen uzunca bir süre sonunda "ne yapıyorum ben, ne saçmalıyorum" denilmek suretiyle ediniliyor. Ama tavrı güçlendirmek, alışkanlık haline getirmek zaman istiyor. Bir kere elalemin lafına omurilikten tepki vermeyi bırakmak çok zor. Bence, reflektif savunma tepkilerinin oluşumu, "he" demekten daha bilinçsiz bir süreç. Her lafa tavır alıp "olduğumuza inandığımız şeyi" savunarak idealimizdeki kişiliğe yaklaştığımız ilüzyonuna kapılıyoruz. Bu klasik bir laf dalaşı şeklinde de olabilir, internet sitelerinde uzuuunnnn yorumlar yazarak ta. Hatta evde tavana bakarak kendi kendimize fikir yürüterek te yapabiliriz. Uzun felsefi ve entellektüel tartışmalarla kendimizi ya da fikirlerimizi sorgulayıp geliştirdiğimizden de pek emin olamıyorum çoğu zaman. Zira genelde bu tartışma platformlarında olay "kazanma", "lafı oturtma", "son sözü söyleme" eksenli gerçekleştiği için taraflar genelde kulakları ardına kadar kapalı ve kendi bildiklerine daha sıkı yapışmış halde ortamı terk ediyor. Hasbelkader fikrimiz olan her hangi bir konu geldi mi daha beyin lafı işlemeden düğmemize basılmış gibi konuşmaya başlıyoruz.

Oysa "he" diyip geçmek öyle mi ya. He demek için önce ne denildiğini duymak, irdelemek, saçma olduğuna kanaat getirmek, çaktırmadan sıvışmak ve konuyu değiştirmek için gerekli zemini hazırlamak lazım ki hakkıyla "he" denebilsin. Burada kilit nokta çaktırmadan "he" demek. Ne de olsa bu tavır karşıdaki kişiyi az buçuk ta olsa toy, salak vs. yerine koymayı içeriyor. Sonuçta millete açık açık "bilmez etmez konuşur" ya da "kim uğraşacak şimdi buna laf anlatmakla" diyemeyeceğimize göre diplomatik "he" deme yöntemleri geliştirmek lazım. Zamanla o da olacak artık. En olmadı bir süre Erdener Abi modunda dolaşırım ortada formatı oturtana kadar.

Hadi kızım yandan yandan yandan

Londra'da ilk defa bir konsere (ben dahil:) seyircilerin yarısının geç girdiğini gördüm. E ne de olsa, çalan da Türk, oynayan da. Londra'nın en kasıntı konser salonlarından meşhur Barbican'a da doluşsak, o kadar rahatlık olacak. Az buz birşey değil hem, Selim Sesler geliyor, toplanip gırnata dinleyeceğiz. 50 kişiye en az 1 görevli düşüyor. Yok "Fotoğraf çekmek yasak", yok "kahve sıcaksa içeri alamayız", zebellah gibi dolanip ona buna laf ediyorlar. Ama ne fayda, Selim Sesler ve ekibi öyle bir çalıyor ki, daha üçüncü şarkıda ön saflara doğru ilerleyip oynamaya başlıyoruz. Akabinde Selim babanın da klarneti bırakıp göbek atmaya başlamasıyla iyice cesaretlenen kalabalığın "Camiye mi geldik ayol!" ve "Biz biliyoruz da mı oynuyoruz, Kalk kız kalk" damarları kabarıyor tabi. Son parçalara doğru bileni bilmeyeni atıyor göbecikleri.

Lakin sefamız ancak ilk yarının onuna kadar sürüyor. İkinci kısımda Selim Sesler gidiyor, başka bir ekip geliyor. Klarnet'le elektro gitarı karıştırıp doğu-batı sentezi yapmaya çalışmışlar ama roman havasının arka fonunda uzay gemisi efektleri, oynak ritmlerin arasına karışan liseli metal grubu etkileri kulakları tırmalıyor. Zaten çok geçmeden salon yavaştan boşalıyor. Canını dışarı atan seyirci grubuyla konser sonrası için vaadedilen partiyi beklemeye başlıyoruz. İçerideki müziğe bakınca ne bekleyeceğimizi tam bilemiyoruz ama meraklıyız da bir yandan.

Önce bir DJ gelip oyun havalarıyla disko müziklerini harmanlamaya kalkıyor. Saadet düğün salonu tadındayız ve tek eksiğimiz piyanist şantör. Tam sıkılmaya başlarken davul zurna sesleri duyuluyor. Bulduk ya artık memleketin ritmini, anında halaya kalkıyoruz. Beraber ve solo figürlerle şenlenken bir de dansöz geliyor, işte o zaman tam oluyor memleket. Artık cümle camia, kurtlarımızı dökmeyi nasıl özlemişsek, dakikasında özümüze dönüyoruz. Gece uzun, komut net: "Hadi kızım yandan yandan yandan...."

Deliler Şehri

Demin bir akıl hastanesinden geldim. Yok, telaşlanmayın, henüz kendim için değil. Sadece derdini anlatmaya çalışan bir adamı dinlemek için oradaydım. Birkaç sene öncesine kadar Türk mahallesinde bir kafe'de çalışan, evden işe işten eve giden, "normal" addedilen bir adamken, zaman ilerledikçe Londra'da kaçak bir göçmen olmanın ağırlığına dayanamayarak "Göçmen bürosunu ve belediyeyi Kraliçe'ye şikayet etmek amacıyla hastanenin önünden kaçırdığı ambulansı Londra sokaklarında 'Saddam geliyor' diye bağırarak sürecek" duruma gelmiş. Olayın abesliği bir tarafa adamın "Saddam geliyor" diye bağırma nedeni başlıbaşına bir araştırma konusu. Bu noktada dediklerini direk aktariyorum:

"Ben küçükken köyümde çobanlık yaparken çatışma çıktı. Örgüt beni kaçırdı. Gece kaçıp bir ağacın tepesine çıktım. Kozalaklar düştükçe çıkan sesten korkup 'bana ateş ediyorlar' diye diye sabahı ettim. Sonra da ailece köyden kaçıp kaçak olarak Londra'ya geldik. Burada 3 kişilik evde 8 kişi yaşamaya başladık. Güvence yok, yer dar derken sürkeli kavga ediyorduk. Belediyeye gittim ev istemeye, polis getirtip yaka paça attırdılar. Göçmen bürosuna gittim önce beni belediyeye yönlendirdiler sonra gene polis geldi. Birkaç hafta böyle geçti, sokakta yattım kalktım, sonra bir şekilde hastaneye düştüm. Hemşireler beni aşağıladı. O arada zaten Saddam Hüseyin'in yakalandığı dönemdi ve İngiliz'ler terörden çok korkuyordu. Bani de her devlet kurumu itip kakıp terörist muamelesi yapınca "Aceba ben terörist miyim?" diye düşünmeye başladım."

Adamla 2 saat kadar oturup konuştuk. Tanımlayamadığım bir farklılık var ama işin garibi aynı alışılmadık davranışları sergileyen, işinde gücünde, evli barklı pek çok kişi tanıyorum. Hatta içlerinde kariyerinde çok başarılı şekilde ilerlemiş, "toplum" tarafından saygı duyulan insanlar da var. Kesinlikle tam olarak "normal" değiller. Aslında hiçbirimiz değiliz. Hepimiz içimizde karanlık bir noktada günün birinde sapıtma potansiyeli taşıyoruz. Eğer tetiklenmezse bu potansiyelle yanyana hayatımızın sonuna kadar idare edebiliriz. Ne halt olduğumuz asıl tüm kalelerimiz yıkılınca, güvendiğimiz dağlara kar yağınca, hayat ayağımızı kaydırınca, kısacası "tutunamayınca" ortaya çıkıyor. Başa gelmeden ne olacağını söylemek güç. En az 3-5 büyük kriz atlatmadan kimse "benim karakterim güçlü, yıkılmam" diyemez.

Burası Londra; deliler kenti. Sokaklarında dünyanın çok az yerinde görebileceğiniz çeşitlilikte "sıyırmış" karakter görebilirsiniz. Hep derler ya, metropoller insana potansiyellerini gerçekleştirme fırsatı sunuyor. Delilikte en revaçta olan potansiyel işte. Eğer kaçak göçmen hayatı, yalnızlık, parasızlık, dışlanmışlık ve kendini ifade edememe gibi sayısız badirede delilik potansiyeliniz ortaya çıkmaz ve şansınız yaver giderse diğer potansiyellere sıra geliyor.

Burası Londra, deliler şehri, göçmenler şehri, hikayeler şehri. Size vaadettiklerinin hepsinin yaldızı 2 günde dökülse de ben garanti ediyorum ki; bu şehir sizden tüm aldıklarına karşılık en azından tek bir şeyi, ama belki de hayattaki en önemli şeyi sunacaktır: "ASLINDA NE OLDUĞUNUZUN BİLGİSİNİ"

Ve ben belki de şu anda sadece bunu öğrenmek için buradayım.

Tutarsız Karakterler... tekmili birden bu bünyede

Aynı anda hem hırslı, hem inatçı, hem sabırsız, hem de tembelseniz, aslında hiç te fena olmayan bir hayatı kendinize zehir etmek için gereken en tutarsız karakter kombinasyonuna ulaşmışsınız demektir.

Kendimden biliyorum. Bilmek istemezdim ama maalesef biliyorum. Hatırladığım tüm geçmiş zamanlar boyunca, neredeyse hiçbir şeyden tam memnun olamadım. Ufak tefek tökezlemelerde nispeten hızlı toparlansam da, artık hırsımdan mı, kendimi kandırma yetersizliğinden mi emin değilim; ufak tefek başarıların tadını pek çıkartamıyorum. Küçük oynamadım ama çoğu zaman büyük oynamaya da üşendim. Ya da çıkan fırsatlar yeterli motivasyonu sağlayamayacak kadar uyduruklardı, bilemiyorum. Yok, biliyorum aslında, ben gözümü karartıp hareketlenecek bahane bulamamanın sıkıntısını çekiyorum.

Sakin sakin, iğneyle kuyu kazma tarzı işler bana göre değil. Günde 3 vakit gözümü karartmam, inisiyatif almam lazım mutlu olmam için. Yani ortalama bir iş yaşamının 25 yaşında bir insana sözde belki ama özde asla sağlayamayacağı bir mesleğe ihtiyacım var. Siz bakmayın plaza işlerinin ilanlarında aranan "lider vasfı", "takım çalışması" teranelerine, ofis çalışanlarının alayı sabah 9 - akşam 5 excell'e veri giriyor. Bir de habire toplantı yapma teranesi var tabi. Bazen uçaklara doluşup, yarım kıta yol gidip, dağları tepeleri aşıp, uyduruk bir konu üzeirnde anlaşmazlığa düşüp, sekreterya faslında takılıp kalmaya iş dünyası jargonunda "toplantı" deniliyor. Ne onunla, ne de onsuz oluyor. Toplansan sonuç alamıyorsun, toplanmasan işler arap saçına dönüyor.

Şimdi olayın kişisel boyutuna dönersek; tüm bunların derdi beni niye geriyor? Alışıp kabullenebilir miyim? Yoksa, "ya içindesindir çemberin ya da dışında yer alacaksın" sancılarıyla yaşamak daha mı iyi? Henüz bilmiyorum, ama bir şeyden emin olmaya başladım: Sabretmek ve zamana bırakmak lazım. Hindi gibi kös kös düşünmekle olmuyor.

"Proper" bir aksan


Londra. Dünya metropolü. İngiltere'nin başkenti ama sokakta İngiliz'den çok yabancı görüyorsunuz. Zaten İngilizler de dahil burada yaşayanlar tam olarak Britanya'lı falan değil. Londralı diye ayrı bir kategori var. Amerika'da New Yorklu, Fransa'da Parisli olmak gibi İngiltere'de Londralı olmak. Bulunduğu ülkeden çok dünyanın tamamına ait karmaşık bir kategori metropollüler. Ve ben bunu çok seviyorum. Tıklım tıklım metrolar, ortada koşuşturan şaşkın turistler ve sokaklarda aynı dili ayrı şekillerde konuşan, hiçbiri diğerinin dediğinden bir şey anlamayan insanlar bu şehirleri diğerlerinden farklı yapıyor.

Özellikle de aksanlar başka pek az yerde duyacağınız çeşitlilikte. Yabancı kökenliler en ucuz işçiler olarak hizmet sektöründe tercih edildiği için "Uyan-işe git- işten çık-pub'a git-eve git-yat şablonundaki bir günlük hayat çemberinde en az duyacağınız şey İngiliz aksanı. Bir süre yaşadıktan sonra telefondaki sesten memleket tahmini yapabilmeye başlıyorsunuz. Doğal olarak sizin de aksanınız aynı etkiyi yaratıyor. Mesela dün bakkal 2 cümlede anladı Türk olduğumu. O da Venezuella'dan gelmiş, iki yıl Antalya'da yaşamış. Yabancının halinden yabancı anlar mantığıyla anında açıldı muhabbet. Öğlen arasında İngiltere'yi çekiştirdik bir güzel. Lafı şuraya getireceğim; burada aksanınız sizin kimlik kartınız. Aksanınızla ne kadar barışık olduğunuz da bence kimliğinizle ne kadar barışık olduğunuzla alakalı. Dün, küçük yaşta Türkiye'den İngiltere'ye gelmiş bir kız "Aksanın çok Türk gibi. Proper değil. İngiliz aksanıyla konuşmaya çalışmalısın. Yoksa seni buraya gelen Türklerle, Hintlilerle bir tutarlar. Entellektüel anlamda adam yerine koymazlar" dedi. Nasıl bir korku, nasıl bir mantık anlamadım. Sonuçta ben de Türkiye'den gelmedim mi? Zaten bulunduğum kefeye konmaktan kaçınmalı mıyım? Entellektüel aşamada ne zamandan beri aksan içeriği gölgeliyor? En önemlisi de "proper" aksan ne? Sonuçta dil iletişim kurmak için değil mi? Tamam, İngiliz'in memleketinde iyi seviyede İngilizce konuşmak önemli, yoksa ufacık bir çevre dısında kimseye dert anlatmak mümkün olmaz. Ama herkes ne dediğimi anlıyorsa konuşmamı eğip büküp bir başkasına benzetmek neden? Bütün bu sorularla kafam karıştı ama sonuçta kaale almamaya karar verdim. Ne de olsa lisan ayrı, aksan ayrı dava. Bir lisanı iyi konuşmak sağlıklı bir entegrasyonun kilidi. Bir lisanı bir başkası gibi konuşmaya çalışmak ise bir kendine güvensizlik, bir kıyıda kalmışlık, bir kendi kendini asimile etme çabası.

Aslinda bu aksan kompleksi, başta eski İngiliz sömürgelerinden gelenler olmak üzere çoğu yabancıda mevcut. Kabul görmek, İngiliz olmak, İngilizlerle aynı kefeye koyulmak istiyorlar. İşin ilginci, dünyanın yarısı kendilerine yaranma ümidiyle adını, dilini, yaşam tarzını yerinden oynatırken bütün bu saçmalıklarla en az ilgilenen İngilizler. Bütün yabancılar birbirlerinin telaffuzunu düzeltip ego tatmini yaşarken, İngilizler nadiren bu tip şeyler yapıyorlar.

Modern yeni dünya


Sabah saat 8:15. Londra'nın en civcivli saatleri. Banliyö trenleri konserve gibi. Kapılar açıldığında önce bir parfüm bulutu yükseliyor. İçerisi her noktası kozmetiğe bulanmış insanlarla tıkış tıkış. En nezih halimiz ve en yapışkan gülümsememizle, sabahın köründe, kontrolden çıkmış bir takım tüzel kişiliklere kar ettirmeye gidiyoruz. Herkeste ayrı bir mahmurluk; bıraksalar bütün şehir en az iki saat daha uyur.

Bir buçuk senelik bir rölantiden sonra sabahın köründe başlayan bir mesaim var artık. İlk defa koşuma alınmış vahşi bir at gibi debeleniyorum. Ufak çaplı sinir krizleri ve iç hesaplaşmalarla trenin boğucu sıkışıklığından çıkıp kendimi metroya doğru sürüklüyorum. Geç kalma telaşıyla, ilk gelen treni kapasitesinin üzerinde dolduran modern dünyanın neferleri, yüz yıllık vagonlarla plazalarına doğru sefere çıkıyorlar. İlk durakta trenin çoğu boşalıyor. Burası Bank: minik adacıklara kurulu devasa plazalardan oluşan Londra finans merkezi. Siyah takım elbiseli bankacılar hergün üçüncü dünyanın cenazesini kaldırıyor. Avrupa'nın finans merkezi. Herkesin kendi çapında "sex and the city" çevirdiği, ayakları yerden bir karış yüksekte plaza forsalarının fink attığı hava civa bölgesi de diyebiliriz. Ama benim ineceğim yer burası değil.

Angel'a gidiyorum. Eskinin varoşu, şimdinin şık ve şirin öğrenci semti. Oradan otobüsle Newington Green'e geçeceğim. Sonunda "Green" olan çoğu yer gibi burası da Türk mahallesi. Bütün tabelalar Türkçe, neredeyse herkes Türk, o kadar ki tek kelime İngilizce bilmeden bir hayat geçirebilirsiniz. Çantayı ofise atıp, üzerimde ne işle meşgül olduğumu denetleyen kaç çift göz olduğunu hesaplayarak dışarı çıkıyorum. Son 1o senede, taş çatlasa 10 kere gazete okumuş insanları gazeteye ilan vermeye ikna etmem gerekiyor. Dükkan dükkan dolaşıp, konudan çok uzaklaşmamasına özen gösterilmiş havadan sudan muhabbetler ve devamında şansım yaver giderse bildiğiniz koyun pazarlığı. Gülmeliyim, hep gülmeliyim, pozitif olmalı ve mutluluk saçmalıyım. Ne de olsa müşteri velinimettir.

Aslında düşünüyorum da kapitalist ilişkiler son derece demokratik: müşteri olduğu sürece herkese eşit derecede bulunmaz hint kumaşı muamelesi yapılıyor. Müşteri hakikaten velinimet ve herkes sadece müsteriyken velinimet olduğu için sürekli bir müşteri olma çabası var. Ne de olsa ortalama bir Londra'lı hiçbir zaman Harrods'ta parfüm denerken olduğu kadar adam yerine konulmuyor. O değerli anlar için; kendini inci kolyeler ve tayyörlü kokteyller dünyasında hissetmek için arasıra bir şişe alkollü esansa birkaç yüz pound vermesi gerekebilir ama önemi yok. Ne de olsa orada onunla konuşurken kibarlıktan kırılan, şıkır şıkır giyinmiş satıcılar var. Ona kendini "filmlerdeki gibi" hissettiriyorlar. O anda ne satıcı Londra'nın 3üncü zone'undan gelmiş, hayatından bezmiş bir azınlık mensubu, ne de alıcı bilmemkaçıncı zone'un banliyölerindeki evinde 3 çocuğu ve tonoz kocasıyla boğuşan bir ev kadını. Şık parfüm şişelerinden yansıyan spot ışıklar altında nezih küçük sohbetler ederken başka dünyalara ışınlanıyorlar. Birazdan mesai bitecek, herkes o gün gördüğü yüzleri hafızasından silecek. Alıcı ve satıcı aynı metroya sığışmaya çalışırken, birbirlerinden yükselen boğucu parfüm kokularından rahatsız olup içlerinden sessiz küfürler edecekler.

Ben eve gidip uykudan çalacağım birkaç saate koca bir hayat sığdırmaya çalışacağım.

ilk çeyrek


Hayatimin ilk çeyrek asırını, Ankara'nin en nev-i şahsına münhasır kebapçısında, üzerine çörek otuyla adım yazılmış bir lavaş ekmeğini kopartarak devirdim. Sanırım en çok hatırlandığım sene bu oldu. Stresli günlerden geçiyor olsam da aşırı derecede ümitli, mutlu ve iyi niyetliyim. Pembe dönemimdeyim. Hayata pembe pembe bakmanın yanı sıra pembe renkli nesnelere sempati duymaya başladım. Genel bir güven ve huzur hali. Tam da ihtiyacım olan şey. Oradan oraya koşturuken kafam tatlı tatlı karışıyor. Hayat güzel, yaşamak güzel, geleceğe merakla bakıyorum.

Hitit Güneşi

Bundan yıllar önce, henüz ben liseye yeni başlamışken, Ankara'nın güzelim Hitit Güneşi amblemi, cami ve atakule kırması bir grafik rezaletiyle değiştirilmişti. Soğuk Ankara gecelerinde İ. Melih Gökçek'in yorganının kayması sonucu gerçekleştiği rivayet edilen bu ani değişikliğe karşı çıkanlar olmuşsa da resmi ve hukuki yollardan pek bir sonuç alınamamıştı. İşte şimdilerde sessiz sedasız ama en güzel şekilde yeni bir karşı çıkış başlamış. Yukarıdaki fotoda da görüldüğü üzere birileri (ajitatif kolektif) sokak tabelalarında, otobüs duraklarında, banklarda, aklınıza gelebilecek her yerde Melih amblemlerinin üzerine rengarenk Hitit Güneşleri yapıştırıyor. Bir nevi emrivakiye emrivakiyle karşılık veriliyor.

Konuyla ilgili ayrıntılı bilgiyi http://bigumigu.com/bigu/haber.asp?hid=1487 adresinden alabilir hatta daha güzeli sayfanın altlarına dogru bulacağınız Hitit Güneşini print edip mahallenizde dağa taşa yapıştırıp çorbada tuzunuzun bulunmasını sağlayabilirsiniz.

Ufak ve naif görünse de bu tip eylemler aslında çok güzel sonuçlar doğurabiliyor. Bize ilkokulda okuttukları "Denizyıldızlarını suya bırakma" hikayesi gibi, en azından üç beş kişinin aklına giriliyor. Hatta en alakasız zamanda eylemlerinizin semeresiyle karşılaşmanız bile mümkün. Mesela rivayet odur ki, birkaç sene evvel ODTÜ'de birileri arabaların ön camına "otostopçu al, otostopçu ol" yazan, otostopun nimetlerini, ruhunu anlatan kağıtlar bırakmaya başlamış. Sonra birgün o kağıt bırakanlardan biri otostopçu olup bir arabaya binmiş. Sonra beklemediği birşey olmuş; şöför arabasına bırakılan bir kağıttan bahsetmiş. Hatta yetmemiş: "İşte ben de böyle böyle otostopçu almaya başladım" demiş. Olmaz olmaz demeyin. Ya olursa?

Üşeniyorum Öyleyse Battım

Yalnız yaşamak değil de, koca bir şehirde meşgalesiz ve ıssız bir hayat sürmek ciddi bir enerji gerektiriyor. Bu enerji harcama şekli sürekli koşturmaktan bitap düşmek değil elbette. Daha çok izolasyonu kötü bir evin tüm ısıyı havaya savurması gibi sabit durarak yapılan bir enerji harcama türü. Ayda 3-5 kalem iş yapıp kalan zamanda da sürekli birşeylere hazırlanma gereği, hele de insan öyle ahım şahım bir disiplin duygusu olmayanlar için, sabah 9- akşam 5 mesaisinden daha yorucu olabiliyor. Her an mahmurluğa kurban gidebilecek kırılgan bir düzen yaratmayı ve ayakta tutmayı başaramayınca ipin ucu öyle bir kaçıyor ki toparlayabilene aşkolsun. Bir gün üşen, iki gün üşen derken gözünü bir açıyorsun ki bilgisayar önünde saksı bitkisi haline gelmişsin, günün kalanı da uykuda geçmeye başlamış. Sonuçta 2-3 haftayı uykuda, 3-5 ayı anlamsızca bilgisayar başında, 1-2 seneyi boşlukta geçirmek hayatın genelinde kalıcı bir hasar bırakmıyor ama bir zaman diliminin “harcanmış” olduğunu hissetmek ertesi günün motivasyonunu çürütüyor. Burada harcanma kavramı kişisine göre işsiz olmak, planlanan bir şeyi yapamamak, işe gitmek, okulu uzatmak gibi çeşitli şekiller alabilir tabi. Benim için de bu harcamanın en temel karşılığı öğlen civarı uyanıp evde boş boş televizyon izlemek, dışarı çıkmaya üşenmek, yapmayı planladığım her şeyi ertelemek ve uyku bastırana kadar baş ağrısı ve mide bulantısına rağmen inatla internette gezinmek.

İşte bu döngüye geçince geri dönüşün ne kadar zor olduğunu tecrübeyle idrak ettiğim için bu aralar hayatımı düzene sokmak ve güzelleştirmek için elimden geleni ardıma koymuyorum. Normalde kaale almadığım ufak mutluluk alanlarını değerlendirmeye başladım. Örneğin yemek yemek. “Yemek için yaşama, yaşamak için ye” mantığımla nam salmış bir insan olarak, internetten fırın mücver tarifi aramış olmam her halde beni tanıyan herkesin durumun vehametini anlamasını sağlayacaktır. Konserdir, festivaldir artık elde organize etkinlikler adına ne varsa fazla kurcalamadan takip ediyor, evden olabildiğince sık çıkmak için her nevi bahaneyi değerlendiriyorum. Ama sanırım tek başına antreman yapmaya motive olmak en zor iş. Ankara’da bile 3 kere “Sabah 9’da salonda” diye anlaşıp en fazla birinde o da öğlen civarı antreman yapmaya alışmışmışım, dürtükleyen de olmayınca ertelemenin sonu gelmiyor. Sonuçta üşengeçlik yalnız yenilmesi zor bir şey, burası da yalnız bir memleket. Ama hiçbir zorlama olmadan bir hayatı ayakta tutmaya çalışmanın da kendine göre bir zevki var.

Yalnızlık

"Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı"
-fuzuli-

Şaka gibi....

Hep başkalarına olur sanırdım. Üçüncü sayfa haberlerinin gülümseyen yüzleri hep yabancılara aitti. Birebir, uzun süredir tanıdığım, yığınla anım olan birinin en beklenmedik bir anda bir daha görünmemek üzere kaybolacağına ihtimal veremezdim. O kadar ki şu anda bile inanamıyorum. Ya da inanmak istemiyorum. O kadar uzaktayım ki, Niğde'deki bir dağ kazasının gerçek olması imkansızmış gibi hissediyorum. Birileri beni kandırıyor gibi. En olmadık haberle aramdaki tek bağ iki internet sayfasıyla bir telefon mesajı. Belki hiç haber almamışımdır. Ama hayır. Beynimdeki küçük karanlık bir noktada hissediyorum. Arkasından pek çok yorum yapılabilecek bir dizi talihsizlik, tesadüf, tabiat olayı ya da her neyse birbirine eklendi ve tanıdığım bir hayatın ipleri koptu. Şimdilik sadece gözümün önünde resimler uçuşuyor. Gaipten 4-5 senelik sesler duyuyorum. Anılarda kalmak için fazla canlılar. Şimdilik herşey şaka gibi geliyor. Ama yarın, öbürgün başka bir işle uğraşırken bir kenara not alınmış kimsesiz bir telefon numarası bulacağım, tanımadığım birileri "çikulata" diyecek, "adamlar buradan tutalım diye sap yapmışlar işte" denilerek ayağından kavranmış bir şarap kadehi göreceğim. İşte o zaman dank edecek. Artık birşeylerin eksildiğini anlayacağım.

Back to Home Back to Top FARLİMAS. Theme ligneous by pure-essence.net. Bloggerized by Chica Blogger.