Look Pretty!

Geçen hafta sınıfımızın organizasyon komitesi başkanı Christine ablamız, bizi sosyalleştirme başarılarına bir yenisini daha ekleyerek "Christmas Partisi" önerisiyle geldi. "Nasıl birşey olacak?" soruma ise "Herkes içkisini getirecek, Sam'in evinde takılıp oradan da şehre ineriz. Just Look Pretty (Hoş gözük yeter!)" yanıtını verdi. Alem yapma anlayışı ODTÜ topluluklar barakasında sıcak şarap kaynatmak ya da komünist bakkaldan bira alıp yüzüncü yıl semalarında bir evde toplaşmak şeklinde olan bendeniz, "Look Pretty" komutunu nasıl algılamam gerektiği konusunda önce bir süre kara kara düşündüm. Akabinde de, ne yardan ne serden geçecek bir görüntü yakalamak amacıyla, iki aydır önemli gün ve hafta üniforması olarak kullandığım etekle bluzu üzerime geçirip olay yerine intikal ettim. Geceyle ilgili izlenimlerim şu şekilde:
1) Efenim Türkiye'deki tam karşılığı; 3 kat rimel, mavi göz kalemi, parlak ruj, cıngıllı veya dar bluz ile donanmak olan "Look Pretty" kavramı burada cıngıllı far, etek ya da kumaş pantolon ve muhtelif dekolteler anlamına geliyor. Topuklu ayakkabı deneyimi düğün, sünnet ve iş mülakatıyla sınırlı (benim de içinde bulunduğum) anlayışın aksine, İngilizler aktivitenin önem derecesine göre artan topuklu ayakkabı giymek gibi bir yol benimsiyorlar.
2) Daha önce bırakın tamamı kravatlı bir grup adamla bara gitmeyi, erkek sayısının kız sayısından fazla olduğu bir sınıfa bile düşmemiştim. Bu nedenle her hafta sabah 9.45 dersinde eşofmanla görmeye alıştığım adamları bir anda karşımda koyu renk takım elbiseyle görünce ister istemez mafya dizisi setine düşmüş gibi hissettim. İlk başta açıkçası biraz yadırgadım ama devamında o kılıkta da pek güzel şeberdiklerini fark edince rahatladım.
3) Kendisiyle barışık insanlarla birlikte olmak her koşulda kilit nokta. Kimse kimsenin yaptığıyla ilgilenmediği, herkes kendi kafasına göre takıldığı bir grupla dolaşmak çok keyifli oluyor. Burada pek kimsenin "karizmayı dağıtma" derdi olmadığı için insanlar daha rahat hareket ediyor ve sanırım İngiltere'nin en sevdiğim tarafı da bu. Ancak Türkiye'nin davranış ritüellerine alışıksanız bu duruma adapte olmanız biraz zaman alıyor ve siz kendinizi "yanlış birşeyler" yapmamak için kasım kasım kasarken, çevrenizdekiler sıkıldığınızı ya da keyifsiz olduğunuzu düşünebiliyorlar. Bu durumda en iyisi, duygu ve düşüncelerinizi açık açık söylemek, ki benim de yaptığım tam olarak bu. Böylece kimse kimsenin aklını yarım yamalak okumak zorunda kalmıyor.
4)Espri anlayışına ve kültürel kodlara alışık olmamak dolayısıyla biraz zorlanabiliyorsunuz ama bu durumda da en iyisi olayları akışına ve zamana bırakmak. Hırs küpü olmanın alemi yok. Sonuçta karşınızdakiler aklı başında insanlarsa, yabancı olduğunuzun farkında oldukları için ona göre davranıyorlar.
5) Sınıfımı seviyorum!

Beklenmedik Sosyalleşmeler

Christmas etkinliklerinin alıp başını gittiği Avrupa semalarından tekrar merhaba. İki aydır mutfakta selamlaşmakla yetindiğim yurt arkadaslarıyla, son günlerde Noel münasebetiyle can ciğer kuzu sarması olmuş durumdayız. Ben de, üniversite hayatı boyunca tüm milli ve dini bayramları (ve hatta okul döneminin de önemli bir kısmını) dağda geçiren bir insan olarak Noel'in bir kaynaşma vesilesi olmasına şaşırsam da, gelişmelerin tadını çıkarmaktan geri durmuyorum.
Dillere destan yurt partimiz bundan 10 gün kadar önce "Hediye çekilişi yapalım. herkes birbirine birşeyler alsın ama kimse kimin ismini çektiğini söylemesin" fikrinin ortaya atılmasıyla başladı. Hediye çekilişi her ne kadar ilkokuldan beri alışmış olduğumuz bir kavramsa da burada beklediğimden iyi sonuç verdi. Takdir edersiniz ki; 20'sini geçmiş insanlar olarak artık ilkokuldaki gibi bakkaldan alınma tükenmez kalemi cross kalem kutusuna koyup birbirimizi kazıklamamız pek olası değil. Bu nedenle son 10 gündür uygun bir hediye alma amacıyla herkes birbirinin hobilerini, giyim zevkini, mantalitesini falan öğrenmek için ciddi bir gayret gösterdi. Topluca şehre inip dükkan gezmeler, gereksiz bahanelerle birbirimizin odasına göz atmalar derken birbirimizi tanıma fırsatı bulduk. (Bir kısım zübükzadelerin "pahalı hediye kulisleri" de olmadı değil ama o kadarı da olacak artık.)
Hediye faslından sonra bir diğer kutlama klasiği olan "herkes kendi yöresinin yemeğini yapsın" faslına geçildi. 7 kişilik katımızın 6 milletten adam barındırması sebebiyle bu fasıl özellikle pek şenlikli geçti. Benim revani ve mozaik pasta ile Türk spesiyallerini temsil ettiğim geceye Belçikalı ve İngiliz bacılarımız da çikolatalı kekle katıldılar. Mutfak bilgileri fırına pizza sürmekten ibaret olan erkekler ise kendi mamleketlerinden birer kız bulup ona yemek yaptırma yoluna gittiler. Mutfağımızın beklenmedik ziyaretçilerle dolup taştığı bu dönemde bir ara ben bile Vietnamlı kızlarla pirinç dolması (spring roll) sardım. Memleketlisinin işi çıkması nedeniyle bildiği en kolay yemeği yapmaya karar veren bir başka oda arkadaşı ise "menemen" yapıp Çin yemeği olduğunu iddia etti. İngiliz oda arkadaşlarından erkek olanı, evsahibi psikolojisiyle alışverişi üstlendi. Brezilyalı oda arkadaşı ise yapılan yemeklere yan yan bakıp dünya kupası fikstürü hazırlamakla ve gece boyunca futbol eksperliği yapmakla yetindi.
Tüm bu hazırlıklardan sonra dün gece 8 buçuk sularında, İngiliz eğlencelerinden örnekler sunulan parti başladı. Aktivitelerden bazılarını örneklemek gerekirse:
a) Kim kimi ne kadar tanıyor testi: Organizasyondan sorumlu bacılarımız sağolsunlar "X'in annesinin adı ne?", "Y hangi bölüme gidiyor?", "Z kaç kardeş?" gibi sorular hazırlamışlar. Bunları yanıtlamaya çalışırken birbirimizi tanıma fırsatı bulduk.
b) Hediye paketi açmaca: Bu oyunda ortada bir tane kat kat sarılmış hediye paketi var. Müzikle birlikte paket elden ele dolaşmaya başlıyor. Müzik durunca paket kimin elindeyse o kişi en üstteki kagıt katmanını açıyor ve bir alttaki katmanda duran bir post-it'te yazılanları yapıyor. Bizzat benim de bir adet bira fondiplemek durumunda kaldığım oyunda, "yanında oturanın kirli çorabından bira içmek", "5 kaşık şekerli kurufasulye (baked beans) yemek" gibi beterin beteri cezalar vardı. Söylemeden geçemeyeceğim, bu baked beans İngilizlerin favori gıdalarından. Kendileri bunu günde 3 öğün bayıla bayıla yiyorlar. Ama, İngiliz olmayanlar için cidden en beter cezalardan biri oluyor kaşık kaşık baked beans yemek.
c) Dünya kupası tahminleri: Aslında bu kısım hiç hesapta yoktu ama bir ara heves edip hepimiz birer fikstür doldurduk. Benim tahminim finalde Portekiz'le Almanya eşleşecek.
Akabinde odalardan birine doluşup film izlediğimiz gece dürüst olmak gerekirse beklediğimden çok daha eğlenceli geçti. En önemlisi de bugün odaca daha bir samimiyiz ve bu da yurt hayatımın daha iyi geçecek olması demek. Salı gecesi de sınıftakilerle toplanıyoruz. Umarım o da bu kadar hoş olur.
Son olarak, organizasyonda emeği geçen tüm oda arkadaşlarıma ve kızını ziyarete gelirken arabanın bagajını ağzına kadar bira dolduran (hem de en ala Belçika birası!) Karen'in babasına teşekkür eder bunu okuyan herkesin gözlerinden öperim.

Sabun ve Beyaz Peynir

Demin, annemin aylar önce aldığı ve buralara kadar benimle gelen beyaz bebe sabunlarının sonuncusunu açarken aklıma geldi de, sokakta yürürken, markete giderken her an sizi aklında tutan ve gündelik ihtiyaçlarınızı düşünmekten vazgeçemeyen birilerinin olması çok güzel bir şey. 20 yaşını geçeli seneler olmuş oğullarına çorap-çamaşır, eşşek kadar olmuş kızlarına diş fırçası ve sabun alan, evini kuşatan 200 metre yarıçaplı alanda 4 tane süpermarket bulunan evladına her ziyaretinde süt, yoğurt, peynir, meyva getiren, yaptığı yemekten 1 kap yollama hevesiyle babayı Ankara ayazında yollara düşüren anneler, neresinden tutarsanız tutun komik bir fenomen ama tüm bunlara alıştıktan sonra kendi erzak ve sabunlarınızla başbaşa kalmak ta ilginç bir burukluk yaratıyor. Bunun kendi hayatını idame ettirmekle falan alakası yok. Sonuçta ortalama zekalı, ortalama bütçeli bir insan (ne kadar nazlı yetişmiş olursa olsun) zorda kalınca, en azından makarna yapıp yumurta kırmayı becerebilir. Hatta ortalama bir yurdum kızı da heves ettiği müddetçe zaten, annesinden bile iyi yemek yapacaktır. Ama başınızın çaresine bakabiliyor olmanız "Kızım mercimek yaptım, sen seversin, babanla yollayayım mı?" şeklindeki o telefonu "of anne ne gerek var gece gece!" diye cevaplamayı özlemenizi engellemiyor. Olay sabun ve beyaz peynirden ziyade düşünülmek, birilerinin gündelik hayatında yer etmek, en alakasız zamanlarda en alakasız şeylere bakıp sizi hatirlayan birilerinin olması. Özlemek, özlenmek.
...özledim...

İkinci El

İkinci el eşyaları oldum olası sevmişimdir. Montaj bantlarından gıcır gıcır çıkmış, her tarafı kalite kontrolden geçmiş, damgalanmış, yan tarafındaki benzerinden hiç bir farkı olmayan birinci el eşyalardan daha farklı bir duruşları vardır. Sizden önce kullanan kişi orasını burasını örselemiş, yıpratmış, bir nevi o eşyaya kendi yaşam tarzını yansıtan bir karakter kazandırmıştır. Hemen hiçbir yeri kitapta yazdığı gibi çalışmaz. Emek vermeniz, zaman harcamanız ve püf noktalarını çözmeniz gerekir. Sonunda da eşyanızla birbirinizin suyuna gitmeyi öğrenir, seviyeli bir ilişki kurarsınız. Zaten gözden kaçan yıpranmalar nedeniyle ömürleri de pek kestirilemez bunların, bir anda elinizde kalınca sinirlenmeyle duygusallaşma arası bir ruh haline girersiniz.

Katalog Aileleri

Benim bildiğim Noel, Yılbaşından 1 hafta kadar önce olur ama burada şimdiden ortada ren geyikleri ve noel babalar dolaşıyor. Her dükkanda elinize, "gözü dönmüş, kendinden geçmiş velet" resimleriyle dolu hediye katalogları tutuşturuluyor. Genellikle filmlerde dizilerde, ortalama Amerikan ailesinin değerlerini kafamıza kakar halde görmeye alıştığmız anne, baba ve çocuklar Christmas döneminde bambaşka bir portre çiziyorlar: Alınan oyuncağı beğenmediği için cinnet geçiren küçük kız, çeyrek krat pırlanta için kocasına histerik şekilde cilve yapan kadın, action-men'leriyle patolojik bir ilişki geliştiren delirmiş erkek evlat ve ailesini hediyeye boğmanın haklı gururunu yaşayan kahraman aile babası gibi.
Yani aslen karakterlerin temel foksyonları aynı: anne domestik, baba hegemon, kızlar annelerini, oğlanlar babalarını taklit ediyor. Zaten hediye önerileri de bu şablona uyacak şekilde düşünülmüş. Anne yeni konserve açacağıyla mutfakta harikalar yaratacak, baba ev içi tamiratlarla oyalanacak, çocuklar zaten son moda oyuncaklarıyla boğuşmakla meşgul. Bunlar zaten orta sınıf batılı ailenin hergün yaptığı varsayılan şeyler. Ama şablon aile üyelerimiz her nedense tüketimin çoştuğu christmas, sevgililer günü, anneler günü, babalar günü, kabotaj bayramı, yerli malı haftası gibi önemli gün ve haftalarda ilginç mimikler ediniyorlar. Özellikle 8-12 yaş arası çocuklar katalog sayfalarından "bana Bratz bebeği veya bisiklet falan almazsan "ben pokemonum" diye bağırarak kendimi camdan aşağı atarım" dersecine cins cins bakıyorlar. Diğer bir dikkate değer nokta ise yaş büyüdükçe yapılan duygu sömürüsünün daha sofistike bir hal alması. 35 yaş üzeri kadınlar, özellikle mücevherleriyle oynarken, yan sayfaya alenen kaş göz ediyor. Yan sayfadaki aynı yaş grubu, sarışın, ortaboylu, kravatlı, beylerse bu bayanlara klark çekerek karşılık veriyor.
Tabi bu kalıplar kataloğu çıkartan dükkanın genel imajına göre farklılık gösterebiliyor ama altmetin hep aynı: katalog size parasını verdiğiniz ürünün yanında alacağınız tepkiyi de garanti ediyor. Yerseniz!

Akademik Gayya Kuyusu

Hadi bari bugün de, alemlerin en karizmatik isimli ve en ne idüğü belirsiz akademik şeysi "Uluslararası İlişkiler"den bahsedeyim. Henüz alanda ikinci ayım olmasına rağmen, olayın "delinin biri kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış" dinamiğiyle işlediğine emin olmuş vaziyetteyim. Medya önünde edilmiş her lafa karşılık yüzbin tane makale yazılıyor ve garibim öğrenciler de yıllarca aynı makaleleri okuyup okuyup rapor yazıyor. Söz gelimi, geçen haftaki konu "şer ekseni" idi. En basit açıklamasıyla, hayatının 20 yılını gazetelere manşet uydurarak geçirmiş bir danışmanın basın bildirisi yazarken göz doldursun, kulak tırmalasın diye bulduğu bir söz öbeği. Duyanların milliyetçi duyguları depreşsin, konuşmaya renk gelsin diye ortaya çıkmış bir kavram. Oysa biz akademik ortamlarda ne yapıyoruz: alıyoruz bu lafı, öznesine yüklemine ayırıyoruz, "Neden Şer?", "Kötülük eksenin doğasından mı gelmektedir?" diye saatlerce tartışıyoruz. Bu alemde sanırım bir lafın medya ve kitleler önünde edilmesi meşrulaşmasına yetiyor. 8'inci haftaya girdik, ana odak noktamız 9 Eylül sonrası değişen ulusal güvenlik kavramı, daha ne petrolün ne de ekonominin doğru dürüst bahsi geçti. Buna karşılık 2 hafta boyunca demokratikleşme toplumların doğasını iyileştirip şiddet dürtüsünü köreltir, savaşla terörden kurtulmak için ne de gerek ve yeter bir şeydir makaleleri okuduk. Tahmin edileceği üzere bu esnada Irak müdehalesinin bir demokratikleşme hareketi, Afganistan'da olanlarınsa kendini korumaya çalışan masum bir süpergücün gönülsüz taaruzu olduğunu a priori doğru kabul ediyoruz. İşin garip tarafı yorum yapma konusunda kısıtlama yok ve hocası olsun öğrencisi olsun kimsenin bu medyatik meşrulaştırmalara inandığı da yok. Peki o zaman neden inatla yığınla makale arasından meşrulaştırmayı meşrulaştıranları seçip tartışıyoruz? Sırf anahtar okuma sınıfına girecek kadar orada burada adları geçti diye mi?
Daha basitçe sormak gerekirse: Sakat olduğu ayan beyan ortada olan önermeleri neden elimizin tersiyle itip yenilerini üretmek yerine, o önermeleri kendi terimleriyle çürütmek için uğraşıyoruz?

Travmalar ve Super Kahramanlar

Söylemeyi unuttum, ben Londra'da bir de manga fuarına gittim. Imaf'ın (International Manga and Anime Festival) düzenlediği ve gördüğüm kadarıyla benden başka pek kimsenin ilgi göstermediği fuarda isteyenler kendi karakterlerini çizip veya animasyonlarını hazırlayıp yarışmaya katılıyor, seçilen karakterlerin öyküleri basılıp piyasaya sürülüyor. Neyse işte başta tasarım öğrencileri olmak üzere birsürü kişi karakter tasarlamış. sergiye seçilenlerin çoğu da çizim yönünden çok iyi. Ama gel gör ki, hikaye yönünden yaratıcılık sıfır. Karakterlerin özgeçmişleri tornadan çıkmış gibi: ya doğaüstü güçleri var, ya çocuklukları çok travmatik geçmiş, ya da ikisi birden.

Sanırım insanlar bırakın gerçek hayatı, hayal dünyasında bile hiçbir zorunluluğu ve ekstrem özelliği olmayan birinin sadece canı istediği için yollara düşmesini anlamlandıramıyor.

Kendi sevdiğim çizgiromanları düşündüm de, Corto Maltese olsun, Conan olsun (Conan orjinalinde 16-17 yaşına gelince "Bu Kimerya dağları beni boğuyor ana, başka diyarlar görmek istiyorum" diye yollara düşmüş bir adamdır. Filmi çekilirken ortalama Hollywood izleyicisinin bu mantaliteyi anlayamayacağı düşünülerek çocukluğunda köyünün yağmacılar tarafından basılması hikayesi uydurulmuştur) hep canları sıkıldığı için ortada dolanan köksüz ve yalnız tipler. Kim olduğunu hatırlamadiğim bir yazar "yalnız olmadığımızı hissetmek için okuyoruz" demiş. Sanırım doğru, belki de insanlar çizgiromanlarda olmak istedikleri şeyi okumayı tercih ediyorlar.

Londra, bir tat, bir doku

Herkese selamlar, birkaç gündür Londra'daydım ve anlatacak sürüyle şeyim var. Ama maalesef bu arada yapılacak işler de biriktiği için uzun uzun yazmaya bugünlük zaman yok.
Londra'dan bahsederken öncelikle polis sayısının ve üst arama cinsi güvenlik önlemlerinin inanılmaz boyutlara çıktığını söylemem gerek. Beş sene evvel gittiğimde bir haftada 2-3 polis anca görmüşken bu sefer şehir sınırlarından girdiğim andan itibaren adımbaşı polislerle ve güvenlik görevlileriyle karşılaştım. Polisler demişken, pazarlama yeteneği resmen İngiltere'nin genlerine işlemiş (ve sanırım çok gelişmiş yavrusu Amerika'ya da geçmiş), yani sonuçta kolluk kuvvetini milli sembolü haline getirip anahtarlık ve T-şört olarak pazarlamak her babayiğidin harcı değil. Oysa ki, Londra'nın en bilinen sembollerinden birkaçı Big Ben, gezi otobüsleri, köprüler, Kraliyet ailesi ve İngiliz polisi! ve son olaylardan sonra İngiliz polisi artık silah da taşıyabiliyor.
Ben en iyisi şimdilik ecnebi memleket çelişkilerini bir kenara bırakıp, bir tat bir doku faslına döneyim:
*Londra diğer İngiliz şehirlerinden çok İstanbul ve New York'a benziyor. Abartmıyorum, emin olun tahmininizden çok daha fazla benziyor! Galata Köprüsünde "kuş sesi çıkartan düdük" satan adamdan bile var. Kendisi Millenium Bridge üzerinde aynı düdüklerden satıyor ve tek farkı Hintli olması. Benzerlikler bununla da kalmıyor; mesela Londra'nın trafiği İstanbul'dakinden bile kötü.
*Evden çıkarken yanıma trafalgar meydanında güvercinlere atmak için ekmek almıştım. Hevesim duble duble kursağımda kaldı çünkü tam da benim geleceğim haftasonu meydanda harıl harıl inşaata başlamışlardı, ne olduğunu tam çözemedim ama bilmemne sponsorluğunda bilmemne için sahne kuruyorlardı. Neyse, manzara gitse de güvercinler benimdir diyip oturdum bir banka, güvercinler zaten insana alışık, elimden yiyorlar falan. O arada 2 tane görevli geldi. Neymiş efendim "yassakk bacım". Niye yasak? Etraf pisleniyormuş. E be güzelim, trafalgarın ortasına cok uluslu şirket sponsorluğunda çam dikmeyi beceren belediye yerlere iki kova su dökmeyi mi beceremiyor? Türkiye'de devlet hiç bir açıklama yapmadan iki günde bir birşeyleri yasaklardı, kimse hesap sormaz, genelde kimse de yasağı sallamazdı. Burada ise devlet iki günde bir birşeyleri yasaklıyor, herkes hesap soruyor, devlet ortalama vatandaşı tatmin edecek kıvamda bir açıklama getiriyor, çoğunluk yasağa uyuyor, uymayanları da devlet uyduruyor. Ama en garibi, burada devletin yaptığı açıklamayı kimse tartışmıyor: önemli olan devletin açıklama yapması. Açıklama yapan devlet şeffaf devlet olarak algılanıyor ve açıklamanın içeriği ve mantığı pek sorgulanmıyor.
*Güvercinler bitti, belediye sincaplara göz dikti. Onları da yakında zehirleyeceklermiş.
*Türkiye medyasına dayanamayıp ülke değiştirdim ve gele gele daha beter bir medya ortamına geldim. Malumunuz İngiltere, Daily Mirror'u olsun, The Sun'u olsun bulvar gazetesi belasının doğduğu, palazlandığı ve halen de devam ettiği coğrafya olarak medyanın iki ucunu bir arada barındırıyor. Bir tarafta BBC gibi ismi de cismi de malum kurumlar, bir tarafta ise ekonomi ve politika sayfaları bile olmayan gazeteler. Bu gazetelerde ilk kısım "kendini yiyen kız" cinsi üçüncü sayfa haberlerine, ikinci kısım "celebrity" tabir edilen gereksiz magazin camiasına, üçüncü ve son kısımsa genelde futbola, özelde ise David Beckham'a ayrılıyor. Ve en vahimi de kimsenin BBC izleyip, The Independent okuduğu falan yok, hayallerinizi yıkmak istemem ama, en çok satanlar gene bulvar gazeteleri. Bu noktada unutmayınız ki, Türkiye'de de en çok bayi satışı olan gazete Bulvar'dır. (TSK er ve erbaşları dolayısıyla)
*Annemin dediğine göre ilkokulda defterime iki tane çizgi çeker yarım saat takla atarmışım. Bu durumda o yıllardan bu yıllara bir arpa boyu yol katedememişim. Hayır, yaş oldu 23, ilkokul, ortaokul, lise, üniversite bitti, master'in da yarısına geldim, hala derse 5 dakika kala ödev çıktısı alıyorum. Sırf yarına ödev yetiştireyim diye saatlerdir bilgisayarı baştan kuruyorum, saat 11 oldu, mail'iydi, msn'iydi, blog'uydu, ekşi sözlük'üydü derken gene iş güç son ana kaldı.
Neyse, hazır hala 1-2 saatim varken, ben en iyisi bu gecelik veda edeyim.

ORTAMLAR

Ne zaman bir yurt dışı muhabbeti açılsa, "ay parti ortamları falan, süperdir oralar şimdi" cinsi laflar geçer. Söz konusu ortamlara sürekli özenilmesine, "Avrupa ayol, bildiğiniz gibi değil" geyikleri çevrilmesine rağmen kimsenin bahsi geçen "ortam"ların net bir tanımını yapamaması da ilginçtir. Zihinlerde tepinme, alkol tüketme, cilveleşme, eğlenme, sabaha kadar disko bar gibi türlü çeşitli çağrışımlara yol açan bu "ortam" lafı net bir tanımı yapılamadığı için mitolojik bir kavram olarak genç dimağların hayallerini süslenmeye devam etmektedir. Ben de bu noktada "ortamlar"ı yerinde görmüş bir insan olarak duruma müdehale ederek bazı konulara açıklık getirmek istiyorum:

Yurtdısından gelenlerin hikayelerine, "aktık ortamlara" laflarına inanmadan once iki kere düşünün. Çünkü gerçek şu ki orada da burada da insanlar günün çoğunu internette, televizyon başında veya uyuklayarak geçiriyor, ülkelerine dönünce de tanıdıklarının beklentilerini boşa çıkarmamak için, gerçekten yaşadıklarının gerçekçi bir tablosunu çizmek yerine prim yapacagını dusundugu anektodları sıralamaya baslıyor. Ayrıca sizin bilmemnereye giden arkadaşınızın çok eğleniyor olması Avrupa'yı ya da Amerika'yı daha eğlenceli bir mekan yapmaz. Muhtemelen o arkadaşınızın bu kadar mutlu olmasının nedenleri arasında, ilk defa evden ayrılmak, geçmişte bol miktarda ders çalışmış olmak, ilk defa gece hayatına entegre olmak, ilk defa yurtdışına çıkmış olmak ya da basitçe eğleneceğinden emin olarak yola çıkmak (beklenti oluşu hızlandırır) gibi faktörler de etkilidir. Zaten bence Türkiye gibi iyinin de kötünün de uçlarda yaşandığı kaotik bir memlekette üniversite hayatını serserilikle geçirenlerin buraya gelip de, geceyarısı kapanan uyduruk publarda, dandik müzikler eşliğinde iki bira içip, yarım saat tepinip "acaip eğlenmesi" pek olası değildir.

Aynı şekilde "İtalyanlar, İspanyollar çok neşeli adamlar, biliyorlar canım eğlenmeyi, Türkler gibi değiller" demeden önce de önyargılarınızı bir kez daha gözden geçirmenizi öneriyorum. Aceba Ankara'nın göbeğinde bir Türk erkeği aynı gereksiz esprileri yapsa, ilgi çekmek için pistin ortasında 80'li yıllardan fırlamış gibi tepinse onu da bu kadar sevimli bulur muydunuz? Ha derseniz ki, "Bana Türkçe olarak laf attıklarında irite oluyorum ama anlamadığım bir lisanda asılınınca çok sevimli buluyorum" ona zaten diyecek laf bulamıyorum. Ayrıca "sıcak kanlı Akdeniz insanı" imajına kapılırken unutmayınız ki Türkiye, Akdenizin orta yerindedir. Bunun yanı sıra, insanların sarışın olması kara kuru esmer tipleri hasretle beklemelerini gerektirmez. Eninde sonunda yabancısınız ve bulunduğunuz memleketin yerlisine en fazla otantik gelebilirsiniz.

Yani demem o ki ortam ortam diye başımın etini yediniz. Ama sonucta parti dediğimiz de acaip kıyafetler giymiş bir grup adam, uyduruk müzikler, bir fıçı biradan ibaret. Kültürel emperyalizmin yan ürünü olarak tek tipleşen eğlence anlayışı artık dünyanın her yerinde ya yüksek volümlü müzik eşliğinde tepinmektan ya da loş ışıklı bar köşelerinde bir masanın etrafına doluşup geyik çevirmekten ibaret. Tabi ki, her ikisi de güzel şeyler ama sadece sizinle aynı frekanstaki arkadaşlarla birlikteyseniz!

Sonuç olarak; insan için(ya da en azından benim için) içkiden müzikten evvel muhabbet geliyor. Bilmemne ülkesinin en ücra köyünde yıkık dökük bir evin önünde kankalarınızla cekirdek çitlerken aldığınız keyfin kıymetini bilin. Çünkü en civcivle eğlence mekanında pek de sevmediğiniz insanlarla beraberken ya da yalnızken asla aynı tadı yakalayamayacaksınız. Mutluluğu uzaklarda aramayın, size telefon defterinizin tozlu bir sayfası kadar yakın olabilir.

O iyi bir X idi

Cinayet haberleri genellikle cinayetlerden bile daha mide bulandırıcı oluyor. BBC radyosunda sabahtan beri 17 yaşında bir genci öldüren biri hakkında konuşuluyor. Buraya kadar tamam da, öldürülen gencin öne çıkartılan özellikleri kanı beynime beynime sıçrattı resmen: "İyi bir hristiyan ve başarılı bir öğrenci olan X, çok ta iyi basket oynardı". Hayır yani, adam dinsiz imansız, iki dersten de kalmış olsa "iyi ki öldü" mü diyecekler? Zaten ölen genç siyah olmasa basket oynardı falan da demeyecekler, ondan da eminim.

Hatırlarsınız bir ara Türkiye'deki ölüm ilanlarında da "İki çocuk annesi/babası olan X, iyi derecede ingilizce ve almanca biliyordu" gibi birsey derlerdi. Bu hesaba göre de bekarsanız ve dil bilmiyorsanız adam yerine koyulmuyorsunuz.

Zaten "İyi bir X olan Y" formatından da oldum olası hoşlanmam. Bir kere bu şekilde bir cümle kurunca X'i a-priori "iyi" olarak katagorilendiriyor, X dışındakileri de otomatik olarak dışlıyoruz. Ayrıca koskoca Y'yi de otomatikman X'e indirgiyoruz.

...tutmayın beni...

Son zamanlarda gezi gözlem planlarımı açtığım insanlar, anlayamadığım biçimde sürekli beni dizginlemek için çırpınıyorlar. Evden uzaklaştıkça, korkuları artıyor gibi. "Yalnız gezme iz olur, kara basma üşütür verem olursun" ekseninde dönen domestik paronayalardan şu ana kadar dile getirilenler şu şekilde:

-Bulgaristan'a tek başına gidersen tehlikeli olabilir. Zaten de hava erken kararıyor, bişey göremezsin, gezemezsin (gene en mantıklısı bu, zaten aklımam yatan ve uygulamaya karar verdiğim tek öneri de bu oldu)

-Yılbaşı gecesi Londra'da bir başına ne yapacaksın? Bizimle Ankara'da otur işte. Gece gece başına birşey gelir. (Ara Not: Londra, her 31 Aralık gecesi binlerce kişinin şehrin göbeğine indiği, sabaha kadar tozutup, her saatte de evine dönebildiği güzide bir şehrimizdir)

-İstanbul'dan Ankara'ya karda kışta nasıl geleceksin? (Ara not 2: İstanbul'dan yola çıkan bir otobüs ortalama 5 buçuk saatte Ankara'ya varabilmekte, en kötü ihtimalle bir süre Bolu dağı semalarında mahsur kalmaktadır. Henüz Bolu dağında otobüsü yolda kaldı diye hayatı kayan olmamıştır)

-Londra'da tek başına yolunu nasıl bulacaksın? (Ara not 3: Söz konusu önermenin muhatabı daha önce New York'ta, Londra'da ve en beteri de İstanbul'da bol miktarda tek tabanca aylaklık etmiştir. Türkçe ve İngilizce olarak yol sorma ve dert anlatma fasiliteleri bulunan bu insan evladı, herkesin İngilizce konuştuğu ve kendisinin de zaten daha önce gittiği Londra gibi bir şehirde nasıl kaybolabileceğini anlamamaktadır.)

Kezban'ın bile 30 sene önce Paris'te film çevirdiği Avrupa coğrafyasına mı güvenemiyorsunuz, bana mı güvenemiyorsunuz, uzakta olunca olaylar dramatik bir boyut mu kazanıyor bilemiyorum ama hakikaten bunalmaya başladım.

Sokaklar

Yola çıkmadan bir gün önce, bir arkadaş geyik olsun diye bir sokak köpeğini gösterip "aha bak köpek, iyi bak, orada bulamazsın bundan, Ankara köpeği" demişti. Ben de gülüp geçmiştim. Bugün düşündüm de, ben hakkaten buraya geldiğimden beri sokakta bir tane bile kedi, köpek görmedim. Belki şimdi içinizden "çok mu lazımdı" diyenler olacaktır ama 4 sene Yüzüncü Yıl'da oturan ve muhtelif defalar Yalıncak ormanının köpekleri tarafından kovalanan bir insan olarak ister istemez bu durum garip geliyor.

Zaten kediden, köpekten de geçtim, burada sokakta insan bile yok, sadece taş ve çimen var. Herkes şehrin ana caddelerinde alışveriş yapmakla meşgul. Ara sokakları sadece işe gidip gelirken kullanıyorlar. Sokaklarda , inanılmaz bir altyapı, estetik bir görüntü ve düzgün bir işleyiş var. Ama hayat yok!

Sevgili Günlük,

Bugün üşenmedim, oturup kendime bir blog hazırladım. Online insan sayısının milyonlarla ifade edildiği sanal alemde, sanki herkesin yolu buradan geçecekmiş gibi düşünüp havalara girmek istiyorum. Önümüzdeki günlerde naklen gunluk tutarak prim yapmak hevesindeyim.
Lakin, İngiltere maceralarımı hali hazırda ele güne mail yoluyla duyurduğum için buraya ne yazacağım konusunda net bir fikrim yok. Herhalde onu da önümüzdeki günlerde hep beraber göreceğiz.

Back to Home Back to Top FARLİMAS. Theme ligneous by pure-essence.net. Bloggerized by Chica Blogger.