Katalog Aileleri

Benim bildiğim Noel, Yılbaşından 1 hafta kadar önce olur ama burada şimdiden ortada ren geyikleri ve noel babalar dolaşıyor. Her dükkanda elinize, "gözü dönmüş, kendinden geçmiş velet" resimleriyle dolu hediye katalogları tutuşturuluyor. Genellikle filmlerde dizilerde, ortalama Amerikan ailesinin değerlerini kafamıza kakar halde görmeye alıştığmız anne, baba ve çocuklar Christmas döneminde bambaşka bir portre çiziyorlar: Alınan oyuncağı beğenmediği için cinnet geçiren küçük kız, çeyrek krat pırlanta için kocasına histerik şekilde cilve yapan kadın, action-men'leriyle patolojik bir ilişki geliştiren delirmiş erkek evlat ve ailesini hediyeye boğmanın haklı gururunu yaşayan kahraman aile babası gibi.
Yani aslen karakterlerin temel foksyonları aynı: anne domestik, baba hegemon, kızlar annelerini, oğlanlar babalarını taklit ediyor. Zaten hediye önerileri de bu şablona uyacak şekilde düşünülmüş. Anne yeni konserve açacağıyla mutfakta harikalar yaratacak, baba ev içi tamiratlarla oyalanacak, çocuklar zaten son moda oyuncaklarıyla boğuşmakla meşgul. Bunlar zaten orta sınıf batılı ailenin hergün yaptığı varsayılan şeyler. Ama şablon aile üyelerimiz her nedense tüketimin çoştuğu christmas, sevgililer günü, anneler günü, babalar günü, kabotaj bayramı, yerli malı haftası gibi önemli gün ve haftalarda ilginç mimikler ediniyorlar. Özellikle 8-12 yaş arası çocuklar katalog sayfalarından "bana Bratz bebeği veya bisiklet falan almazsan "ben pokemonum" diye bağırarak kendimi camdan aşağı atarım" dersecine cins cins bakıyorlar. Diğer bir dikkate değer nokta ise yaş büyüdükçe yapılan duygu sömürüsünün daha sofistike bir hal alması. 35 yaş üzeri kadınlar, özellikle mücevherleriyle oynarken, yan sayfaya alenen kaş göz ediyor. Yan sayfadaki aynı yaş grubu, sarışın, ortaboylu, kravatlı, beylerse bu bayanlara klark çekerek karşılık veriyor.
Tabi bu kalıplar kataloğu çıkartan dükkanın genel imajına göre farklılık gösterebiliyor ama altmetin hep aynı: katalog size parasını verdiğiniz ürünün yanında alacağınız tepkiyi de garanti ediyor. Yerseniz!

Akademik Gayya Kuyusu

Hadi bari bugün de, alemlerin en karizmatik isimli ve en ne idüğü belirsiz akademik şeysi "Uluslararası İlişkiler"den bahsedeyim. Henüz alanda ikinci ayım olmasına rağmen, olayın "delinin biri kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış" dinamiğiyle işlediğine emin olmuş vaziyetteyim. Medya önünde edilmiş her lafa karşılık yüzbin tane makale yazılıyor ve garibim öğrenciler de yıllarca aynı makaleleri okuyup okuyup rapor yazıyor. Söz gelimi, geçen haftaki konu "şer ekseni" idi. En basit açıklamasıyla, hayatının 20 yılını gazetelere manşet uydurarak geçirmiş bir danışmanın basın bildirisi yazarken göz doldursun, kulak tırmalasın diye bulduğu bir söz öbeği. Duyanların milliyetçi duyguları depreşsin, konuşmaya renk gelsin diye ortaya çıkmış bir kavram. Oysa biz akademik ortamlarda ne yapıyoruz: alıyoruz bu lafı, öznesine yüklemine ayırıyoruz, "Neden Şer?", "Kötülük eksenin doğasından mı gelmektedir?" diye saatlerce tartışıyoruz. Bu alemde sanırım bir lafın medya ve kitleler önünde edilmesi meşrulaşmasına yetiyor. 8'inci haftaya girdik, ana odak noktamız 9 Eylül sonrası değişen ulusal güvenlik kavramı, daha ne petrolün ne de ekonominin doğru dürüst bahsi geçti. Buna karşılık 2 hafta boyunca demokratikleşme toplumların doğasını iyileştirip şiddet dürtüsünü köreltir, savaşla terörden kurtulmak için ne de gerek ve yeter bir şeydir makaleleri okuduk. Tahmin edileceği üzere bu esnada Irak müdehalesinin bir demokratikleşme hareketi, Afganistan'da olanlarınsa kendini korumaya çalışan masum bir süpergücün gönülsüz taaruzu olduğunu a priori doğru kabul ediyoruz. İşin garip tarafı yorum yapma konusunda kısıtlama yok ve hocası olsun öğrencisi olsun kimsenin bu medyatik meşrulaştırmalara inandığı da yok. Peki o zaman neden inatla yığınla makale arasından meşrulaştırmayı meşrulaştıranları seçip tartışıyoruz? Sırf anahtar okuma sınıfına girecek kadar orada burada adları geçti diye mi?
Daha basitçe sormak gerekirse: Sakat olduğu ayan beyan ortada olan önermeleri neden elimizin tersiyle itip yenilerini üretmek yerine, o önermeleri kendi terimleriyle çürütmek için uğraşıyoruz?

Travmalar ve Super Kahramanlar

Söylemeyi unuttum, ben Londra'da bir de manga fuarına gittim. Imaf'ın (International Manga and Anime Festival) düzenlediği ve gördüğüm kadarıyla benden başka pek kimsenin ilgi göstermediği fuarda isteyenler kendi karakterlerini çizip veya animasyonlarını hazırlayıp yarışmaya katılıyor, seçilen karakterlerin öyküleri basılıp piyasaya sürülüyor. Neyse işte başta tasarım öğrencileri olmak üzere birsürü kişi karakter tasarlamış. sergiye seçilenlerin çoğu da çizim yönünden çok iyi. Ama gel gör ki, hikaye yönünden yaratıcılık sıfır. Karakterlerin özgeçmişleri tornadan çıkmış gibi: ya doğaüstü güçleri var, ya çocuklukları çok travmatik geçmiş, ya da ikisi birden.

Sanırım insanlar bırakın gerçek hayatı, hayal dünyasında bile hiçbir zorunluluğu ve ekstrem özelliği olmayan birinin sadece canı istediği için yollara düşmesini anlamlandıramıyor.

Kendi sevdiğim çizgiromanları düşündüm de, Corto Maltese olsun, Conan olsun (Conan orjinalinde 16-17 yaşına gelince "Bu Kimerya dağları beni boğuyor ana, başka diyarlar görmek istiyorum" diye yollara düşmüş bir adamdır. Filmi çekilirken ortalama Hollywood izleyicisinin bu mantaliteyi anlayamayacağı düşünülerek çocukluğunda köyünün yağmacılar tarafından basılması hikayesi uydurulmuştur) hep canları sıkıldığı için ortada dolanan köksüz ve yalnız tipler. Kim olduğunu hatırlamadiğim bir yazar "yalnız olmadığımızı hissetmek için okuyoruz" demiş. Sanırım doğru, belki de insanlar çizgiromanlarda olmak istedikleri şeyi okumayı tercih ediyorlar.

Londra, bir tat, bir doku

Herkese selamlar, birkaç gündür Londra'daydım ve anlatacak sürüyle şeyim var. Ama maalesef bu arada yapılacak işler de biriktiği için uzun uzun yazmaya bugünlük zaman yok.
Londra'dan bahsederken öncelikle polis sayısının ve üst arama cinsi güvenlik önlemlerinin inanılmaz boyutlara çıktığını söylemem gerek. Beş sene evvel gittiğimde bir haftada 2-3 polis anca görmüşken bu sefer şehir sınırlarından girdiğim andan itibaren adımbaşı polislerle ve güvenlik görevlileriyle karşılaştım. Polisler demişken, pazarlama yeteneği resmen İngiltere'nin genlerine işlemiş (ve sanırım çok gelişmiş yavrusu Amerika'ya da geçmiş), yani sonuçta kolluk kuvvetini milli sembolü haline getirip anahtarlık ve T-şört olarak pazarlamak her babayiğidin harcı değil. Oysa ki, Londra'nın en bilinen sembollerinden birkaçı Big Ben, gezi otobüsleri, köprüler, Kraliyet ailesi ve İngiliz polisi! ve son olaylardan sonra İngiliz polisi artık silah da taşıyabiliyor.
Ben en iyisi şimdilik ecnebi memleket çelişkilerini bir kenara bırakıp, bir tat bir doku faslına döneyim:
*Londra diğer İngiliz şehirlerinden çok İstanbul ve New York'a benziyor. Abartmıyorum, emin olun tahmininizden çok daha fazla benziyor! Galata Köprüsünde "kuş sesi çıkartan düdük" satan adamdan bile var. Kendisi Millenium Bridge üzerinde aynı düdüklerden satıyor ve tek farkı Hintli olması. Benzerlikler bununla da kalmıyor; mesela Londra'nın trafiği İstanbul'dakinden bile kötü.
*Evden çıkarken yanıma trafalgar meydanında güvercinlere atmak için ekmek almıştım. Hevesim duble duble kursağımda kaldı çünkü tam da benim geleceğim haftasonu meydanda harıl harıl inşaata başlamışlardı, ne olduğunu tam çözemedim ama bilmemne sponsorluğunda bilmemne için sahne kuruyorlardı. Neyse, manzara gitse de güvercinler benimdir diyip oturdum bir banka, güvercinler zaten insana alışık, elimden yiyorlar falan. O arada 2 tane görevli geldi. Neymiş efendim "yassakk bacım". Niye yasak? Etraf pisleniyormuş. E be güzelim, trafalgarın ortasına cok uluslu şirket sponsorluğunda çam dikmeyi beceren belediye yerlere iki kova su dökmeyi mi beceremiyor? Türkiye'de devlet hiç bir açıklama yapmadan iki günde bir birşeyleri yasaklardı, kimse hesap sormaz, genelde kimse de yasağı sallamazdı. Burada ise devlet iki günde bir birşeyleri yasaklıyor, herkes hesap soruyor, devlet ortalama vatandaşı tatmin edecek kıvamda bir açıklama getiriyor, çoğunluk yasağa uyuyor, uymayanları da devlet uyduruyor. Ama en garibi, burada devletin yaptığı açıklamayı kimse tartışmıyor: önemli olan devletin açıklama yapması. Açıklama yapan devlet şeffaf devlet olarak algılanıyor ve açıklamanın içeriği ve mantığı pek sorgulanmıyor.
*Güvercinler bitti, belediye sincaplara göz dikti. Onları da yakında zehirleyeceklermiş.
*Türkiye medyasına dayanamayıp ülke değiştirdim ve gele gele daha beter bir medya ortamına geldim. Malumunuz İngiltere, Daily Mirror'u olsun, The Sun'u olsun bulvar gazetesi belasının doğduğu, palazlandığı ve halen de devam ettiği coğrafya olarak medyanın iki ucunu bir arada barındırıyor. Bir tarafta BBC gibi ismi de cismi de malum kurumlar, bir tarafta ise ekonomi ve politika sayfaları bile olmayan gazeteler. Bu gazetelerde ilk kısım "kendini yiyen kız" cinsi üçüncü sayfa haberlerine, ikinci kısım "celebrity" tabir edilen gereksiz magazin camiasına, üçüncü ve son kısımsa genelde futbola, özelde ise David Beckham'a ayrılıyor. Ve en vahimi de kimsenin BBC izleyip, The Independent okuduğu falan yok, hayallerinizi yıkmak istemem ama, en çok satanlar gene bulvar gazeteleri. Bu noktada unutmayınız ki, Türkiye'de de en çok bayi satışı olan gazete Bulvar'dır. (TSK er ve erbaşları dolayısıyla)
*Annemin dediğine göre ilkokulda defterime iki tane çizgi çeker yarım saat takla atarmışım. Bu durumda o yıllardan bu yıllara bir arpa boyu yol katedememişim. Hayır, yaş oldu 23, ilkokul, ortaokul, lise, üniversite bitti, master'in da yarısına geldim, hala derse 5 dakika kala ödev çıktısı alıyorum. Sırf yarına ödev yetiştireyim diye saatlerdir bilgisayarı baştan kuruyorum, saat 11 oldu, mail'iydi, msn'iydi, blog'uydu, ekşi sözlük'üydü derken gene iş güç son ana kaldı.
Neyse, hazır hala 1-2 saatim varken, ben en iyisi bu gecelik veda edeyim.

ORTAMLAR

Ne zaman bir yurt dışı muhabbeti açılsa, "ay parti ortamları falan, süperdir oralar şimdi" cinsi laflar geçer. Söz konusu ortamlara sürekli özenilmesine, "Avrupa ayol, bildiğiniz gibi değil" geyikleri çevrilmesine rağmen kimsenin bahsi geçen "ortam"ların net bir tanımını yapamaması da ilginçtir. Zihinlerde tepinme, alkol tüketme, cilveleşme, eğlenme, sabaha kadar disko bar gibi türlü çeşitli çağrışımlara yol açan bu "ortam" lafı net bir tanımı yapılamadığı için mitolojik bir kavram olarak genç dimağların hayallerini süslenmeye devam etmektedir. Ben de bu noktada "ortamlar"ı yerinde görmüş bir insan olarak duruma müdehale ederek bazı konulara açıklık getirmek istiyorum:

Yurtdısından gelenlerin hikayelerine, "aktık ortamlara" laflarına inanmadan once iki kere düşünün. Çünkü gerçek şu ki orada da burada da insanlar günün çoğunu internette, televizyon başında veya uyuklayarak geçiriyor, ülkelerine dönünce de tanıdıklarının beklentilerini boşa çıkarmamak için, gerçekten yaşadıklarının gerçekçi bir tablosunu çizmek yerine prim yapacagını dusundugu anektodları sıralamaya baslıyor. Ayrıca sizin bilmemnereye giden arkadaşınızın çok eğleniyor olması Avrupa'yı ya da Amerika'yı daha eğlenceli bir mekan yapmaz. Muhtemelen o arkadaşınızın bu kadar mutlu olmasının nedenleri arasında, ilk defa evden ayrılmak, geçmişte bol miktarda ders çalışmış olmak, ilk defa gece hayatına entegre olmak, ilk defa yurtdışına çıkmış olmak ya da basitçe eğleneceğinden emin olarak yola çıkmak (beklenti oluşu hızlandırır) gibi faktörler de etkilidir. Zaten bence Türkiye gibi iyinin de kötünün de uçlarda yaşandığı kaotik bir memlekette üniversite hayatını serserilikle geçirenlerin buraya gelip de, geceyarısı kapanan uyduruk publarda, dandik müzikler eşliğinde iki bira içip, yarım saat tepinip "acaip eğlenmesi" pek olası değildir.

Aynı şekilde "İtalyanlar, İspanyollar çok neşeli adamlar, biliyorlar canım eğlenmeyi, Türkler gibi değiller" demeden önce de önyargılarınızı bir kez daha gözden geçirmenizi öneriyorum. Aceba Ankara'nın göbeğinde bir Türk erkeği aynı gereksiz esprileri yapsa, ilgi çekmek için pistin ortasında 80'li yıllardan fırlamış gibi tepinse onu da bu kadar sevimli bulur muydunuz? Ha derseniz ki, "Bana Türkçe olarak laf attıklarında irite oluyorum ama anlamadığım bir lisanda asılınınca çok sevimli buluyorum" ona zaten diyecek laf bulamıyorum. Ayrıca "sıcak kanlı Akdeniz insanı" imajına kapılırken unutmayınız ki Türkiye, Akdenizin orta yerindedir. Bunun yanı sıra, insanların sarışın olması kara kuru esmer tipleri hasretle beklemelerini gerektirmez. Eninde sonunda yabancısınız ve bulunduğunuz memleketin yerlisine en fazla otantik gelebilirsiniz.

Yani demem o ki ortam ortam diye başımın etini yediniz. Ama sonucta parti dediğimiz de acaip kıyafetler giymiş bir grup adam, uyduruk müzikler, bir fıçı biradan ibaret. Kültürel emperyalizmin yan ürünü olarak tek tipleşen eğlence anlayışı artık dünyanın her yerinde ya yüksek volümlü müzik eşliğinde tepinmektan ya da loş ışıklı bar köşelerinde bir masanın etrafına doluşup geyik çevirmekten ibaret. Tabi ki, her ikisi de güzel şeyler ama sadece sizinle aynı frekanstaki arkadaşlarla birlikteyseniz!

Sonuç olarak; insan için(ya da en azından benim için) içkiden müzikten evvel muhabbet geliyor. Bilmemne ülkesinin en ücra köyünde yıkık dökük bir evin önünde kankalarınızla cekirdek çitlerken aldığınız keyfin kıymetini bilin. Çünkü en civcivle eğlence mekanında pek de sevmediğiniz insanlarla beraberken ya da yalnızken asla aynı tadı yakalayamayacaksınız. Mutluluğu uzaklarda aramayın, size telefon defterinizin tozlu bir sayfası kadar yakın olabilir.

O iyi bir X idi

Cinayet haberleri genellikle cinayetlerden bile daha mide bulandırıcı oluyor. BBC radyosunda sabahtan beri 17 yaşında bir genci öldüren biri hakkında konuşuluyor. Buraya kadar tamam da, öldürülen gencin öne çıkartılan özellikleri kanı beynime beynime sıçrattı resmen: "İyi bir hristiyan ve başarılı bir öğrenci olan X, çok ta iyi basket oynardı". Hayır yani, adam dinsiz imansız, iki dersten de kalmış olsa "iyi ki öldü" mü diyecekler? Zaten ölen genç siyah olmasa basket oynardı falan da demeyecekler, ondan da eminim.

Hatırlarsınız bir ara Türkiye'deki ölüm ilanlarında da "İki çocuk annesi/babası olan X, iyi derecede ingilizce ve almanca biliyordu" gibi birsey derlerdi. Bu hesaba göre de bekarsanız ve dil bilmiyorsanız adam yerine koyulmuyorsunuz.

Zaten "İyi bir X olan Y" formatından da oldum olası hoşlanmam. Bir kere bu şekilde bir cümle kurunca X'i a-priori "iyi" olarak katagorilendiriyor, X dışındakileri de otomatik olarak dışlıyoruz. Ayrıca koskoca Y'yi de otomatikman X'e indirgiyoruz.

...tutmayın beni...

Son zamanlarda gezi gözlem planlarımı açtığım insanlar, anlayamadığım biçimde sürekli beni dizginlemek için çırpınıyorlar. Evden uzaklaştıkça, korkuları artıyor gibi. "Yalnız gezme iz olur, kara basma üşütür verem olursun" ekseninde dönen domestik paronayalardan şu ana kadar dile getirilenler şu şekilde:

-Bulgaristan'a tek başına gidersen tehlikeli olabilir. Zaten de hava erken kararıyor, bişey göremezsin, gezemezsin (gene en mantıklısı bu, zaten aklımam yatan ve uygulamaya karar verdiğim tek öneri de bu oldu)

-Yılbaşı gecesi Londra'da bir başına ne yapacaksın? Bizimle Ankara'da otur işte. Gece gece başına birşey gelir. (Ara Not: Londra, her 31 Aralık gecesi binlerce kişinin şehrin göbeğine indiği, sabaha kadar tozutup, her saatte de evine dönebildiği güzide bir şehrimizdir)

-İstanbul'dan Ankara'ya karda kışta nasıl geleceksin? (Ara not 2: İstanbul'dan yola çıkan bir otobüs ortalama 5 buçuk saatte Ankara'ya varabilmekte, en kötü ihtimalle bir süre Bolu dağı semalarında mahsur kalmaktadır. Henüz Bolu dağında otobüsü yolda kaldı diye hayatı kayan olmamıştır)

-Londra'da tek başına yolunu nasıl bulacaksın? (Ara not 3: Söz konusu önermenin muhatabı daha önce New York'ta, Londra'da ve en beteri de İstanbul'da bol miktarda tek tabanca aylaklık etmiştir. Türkçe ve İngilizce olarak yol sorma ve dert anlatma fasiliteleri bulunan bu insan evladı, herkesin İngilizce konuştuğu ve kendisinin de zaten daha önce gittiği Londra gibi bir şehirde nasıl kaybolabileceğini anlamamaktadır.)

Kezban'ın bile 30 sene önce Paris'te film çevirdiği Avrupa coğrafyasına mı güvenemiyorsunuz, bana mı güvenemiyorsunuz, uzakta olunca olaylar dramatik bir boyut mu kazanıyor bilemiyorum ama hakikaten bunalmaya başladım.

Sokaklar

Yola çıkmadan bir gün önce, bir arkadaş geyik olsun diye bir sokak köpeğini gösterip "aha bak köpek, iyi bak, orada bulamazsın bundan, Ankara köpeği" demişti. Ben de gülüp geçmiştim. Bugün düşündüm de, ben hakkaten buraya geldiğimden beri sokakta bir tane bile kedi, köpek görmedim. Belki şimdi içinizden "çok mu lazımdı" diyenler olacaktır ama 4 sene Yüzüncü Yıl'da oturan ve muhtelif defalar Yalıncak ormanının köpekleri tarafından kovalanan bir insan olarak ister istemez bu durum garip geliyor.

Zaten kediden, köpekten de geçtim, burada sokakta insan bile yok, sadece taş ve çimen var. Herkes şehrin ana caddelerinde alışveriş yapmakla meşgul. Ara sokakları sadece işe gidip gelirken kullanıyorlar. Sokaklarda , inanılmaz bir altyapı, estetik bir görüntü ve düzgün bir işleyiş var. Ama hayat yok!

Sevgili Günlük,

Bugün üşenmedim, oturup kendime bir blog hazırladım. Online insan sayısının milyonlarla ifade edildiği sanal alemde, sanki herkesin yolu buradan geçecekmiş gibi düşünüp havalara girmek istiyorum. Önümüzdeki günlerde naklen gunluk tutarak prim yapmak hevesindeyim.
Lakin, İngiltere maceralarımı hali hazırda ele güne mail yoluyla duyurduğum için buraya ne yazacağım konusunda net bir fikrim yok. Herhalde onu da önümüzdeki günlerde hep beraber göreceğiz.

Back to Home Back to Top FARLİMAS. Theme ligneous by pure-essence.net. Bloggerized by Chica Blogger.