Günübirlik İngiltere

İki hafta kadar gecikmeli de olsa tatil maceralarımı anlatmadan geçmek istemiyorum. Hele de neredeyse her günümü ayrı bir şehirde geçirme fırsatı bulmuşken. Nohut oda, bakla sofa İngiltere coğrafyası sağolsun burada iki komşu şehrin arası taş çatlasa 40 dakika sürdüğü için (hatta adanın diğer ucuna 8-10 saatte gidebiliyorsunuz) ülkenin yarısını ucuca eklenmiş günübirlik gezilerle keşfetmek mümkün oldu. Mesafelerin kısalığı şehirlerarası yolculuk psikolojisine girmeyi engellese de, hergün ayrı bir kentin sokaklarında dolaşmak en az her zamanki kadar keyifliydi. Neyse ben lafı daha fazla uzatmadan anlatmaya başlıyorum.

Hani ısınmadan başlamayalım maratona diye ilk gün en yakın mekana gittik: Winchester. Buraya sadece yarım saat mesafede ve belediye otobüsleri bile günün belli saatlerinde Winchester'a sefer düzenliyor. Güzel ve benim nedense çok sevdiğim bir şehir. Ufacık bir yer de olsa kendine has bir havası var. Ne de olsa İngiltere'nin eski başkenti. Şehrin girişinde adanın ilk Sakson kralı Alfred'in heykeli var ve kuzey kapısı, eski toplantı salonu gibi yerlerde kentin Sakson geçmişi hala hissediliyor. Bu toplantı salonu dediğim yer 10uncu yüzyıl Anglo-sakson şiirlerinde de bolca bahsi geçen taş duvarlı, tahta çatılı, hangarvari dev ziyafet salonlarından biri. Kılıçlı adamların mangal yapıp bira içtikleri yer de denebilir. Winchester'daki en ünlü eserlerden biri olan Kral Arthur'un yuvarlak masası da bu salonda asılı duruyor. Masa dendiğine bakmayın, daha çok yeşil beyaz dev bir dart tahtasını andırıyor. Zaten Kral Arthur efsanesinden çok sonra yapılmış. Gene de yolunuz düşerse bir zahmet kafanızı kaldırıp bakıverin. Winchester'la ilgili bir diğer güzellikse büyük salonun hemen arkasındaki "Kraliçenin bahçesi". Kendisi adı kadar görkemli olmasa da kutu gibi, huzurlu ve şirin bir bahçe. Her ne kadar bu sefer fırsat bulamasam da, sarmaşıkları izleyerek bir süre kafanızı boşaltmak hoş oluyor. Ordan çıkınca bir de nehir kıyısında yürüyüş yapın hatta. Kuğuları, çiçekleri falan izleyin. Çok geçe kalmayın ama! Daha sabah kalkıp başka yerler göreceksiniz.

İkinci durak benim şehrim; Southampton. Aslında sonbahardan beri buradayım ama bu sefer lise arkadaşını gezdirmek adına şehrin pek gitmediğim taraflarına gittim. Üç beş sur duvarı ve zayıf bir Titanik müzesi dışında pek birşey bulamadım. Aslında Southampton'da sıkılıp sıkılmamak tamamen sizin turistik bir geziden ne beklediğinize bağlı. Burası İngiltere'nin alışveriş merkezi ve civar kentlerdeki İngilizler akın akın Southampton'a dükkan gezmeye geliyorlar. Alışveriş faslı pek ilgi çekmediği için bugün nispeten sakin bir pazar gezintisi tadında geçti.

Üçüncü gün Bournemouth'a gittiğimizde, aylardır benimle saklambaç oynayan güneş, tam da en gerekli anda ortaya çıkmaya karar verdi. Gördük ki kuzey denizleri de lacivert olabiliyormuş. Akdenizdeki kadar olmasa da, uçsuz bucaksız mavilikler burada da iç açıyor. Tabi denizin bir mekana kattığı tek şey mavilik değil, her plaj kenti gibi burada da genel bir "rahatlık" var. Bu noktada İngiltere standartlarında "rahatlık"ın, Akdeniz standartlarında bir "resmiyet"e denk düştüğünü hatırlatmakta fayda var. Tüm İngiliz'liğine rağmen, sahilde yürüyüşe çıkanları, denize karşı birşeyler içenleri, kumlarda yalın ayak dolananları ve upuzun sahil şeridiyle Bournemouth bana Antalya'yı hatırlattı.

Dördüncü gün Salisbury'deydik. Burası, Winchester benzeri, eski, küçük bir kasaba. İlk bakışta nasıl olup ta bu kadar meşhur ve turistik bir mekan olduğuna akıl ermiyor. 365 pencereli bir katedrali var (aynı zamanda Avrupa'nın en uzun katedrali), ama zaten burada her şehirde az çok birbirine benzeyen katedraller var. Peki Salisbury'yi meşhur eden ne? Tabi ki, İngiltere'nin alamet'i farikası "Stonehenge"e buradan gidilmesi. Yok uzaylılar yaptı, yok Merlin taşları 1 gecede büyüyle taşıdı gibi binbir hurafeye ilham veren, hatta hala yılın belli dönemlerinde pagan ayinlerine sahne olan taş çember beklediğimden küçük olsa da, 5000 yaşında bir yapı için takdire şayan. Ama açık söylemek gerekirse Nazca çizgileri, piramitler, dikilitaşlar gibi çok daha görkemli eserler duruken Stonehenge'in bu kadar meşhur olması da reklamın önemini düşündürüyor.

Beşinci günün hedefi İngiltere'nin en güzel şehirlerinden biri olarak bilinen ve dahası "Dünya Şehri" sıfatına sahip Bath. Avrupa'nın en güzel taraflarından biri her kentin bir rengi olması, Bath'ın en güzel taraflarından biri de şehre yumuşak ve masalsı bir tat veren pembe-sarı rengi. Aşağıda Avon nehri sakin ve keyifli akıyor. Ufak bir köprüden görülen nehir manzarası yumuşak ve pastoral hisler uyandırıyor. Ama manzara keyfine fazla kaptırmamak lazım çünkü burada görülecek çok yer var. Mesela şehre adını veren Roma hamamını görmeden geçmemek lazım. Isıtma sisteminden havuzuna kadar mükemmelen ayakta kalmış hamam doğal bir kaplıcanın üzerine kurulmuş, Roma ve Kelt inancının karışımıyla Sulis Minerva adını almış tanrıçaya adanmış. Zaten bu coğrafyanın tanrıça harmanlama konusunda özel bir yeteneği var; en önemli kelt tanrıçalarından Brighid bile iki arada bir derede Adaların koruyucu azizesi St. Brigid olduktan sonra burada herşey mümkündür. Neyse hamam iki yabancı tanrıçanın rahat rahat paylaşacağı kadar geniş zaten, gez gez bitmiyor. Şehir küçük olmasına rağmen (yarım saat yürüyünce haritadan çıkılabiliyor!) hamam sefası sonrası etrafı gezmek için biraz vakit ayırmak lazım. İçinde sahafların da olduğu nostaljik bir pasajı, geniş meydanları var. Nehir kıyısı da yürüyüş yapmak için ideal görünüyordu ama maalesef zamanım kalmadığı için bu hevesim başka bahara kaldı. Sonuç olarak Bath gerçekten, en azından İngiltere standartlarında çok güzel bir şehir ama "Dünya Kenti" sıfatını, ondan bin kat daha fazla hak eden İstanbul'dan önce alması üzücü.

Bir sonraki durağımız Oxford. Kim ne yorum yapar bilemem ama ben şahsen ilk defa bir şehrin resmen boğazıma çöktüğünü hissettim. Şehir dediğime bakmayın, aslında koca bir kampüsten ibaret. 1000 yıllık Oxford üniversitesi 36 kadim kolejiyle her sokakta karşınıza dikilip ilim bilim baskısını hissettiriyor. Bir de okulun geçmişinden kalan kilise atmosferi eklenince iyice boğucu bir hal alıyor. Daha da beteri Oxford üniversitesinin neresine dokunsanız elinize elitizm bulaşıyor. Öğrenci değilseniz her kapıda bir "yassak bacım" tavrıyla karşılaşıyorsunuz. Zaten şehrin rengi bile bürokrasi grisi. Tam Oxford'a gideceğimiz gün bir de şakır şakır yağmur yağmaya başladı ki, o da tuz biber ekti gerici atmosferin üzerine. Benim bildiğim öğrenci şehrinin bir hafifliği, bir uçarılığı olur ama ı-ıh maalesef burada o da yok. 3-5 ucuz ve şirin kafe dışında koca kentte nefes alacak, eğitimden kaçacak yer yok.

Ertesi gün doktora başvurusu nedeniyle bir ufak mola verdik. Gerçi Oxford'dan döndükten bir gece sonra başvuru yapacak motivasyonu nereden bulduğumu hala çözemedim, o ayrı.

Aynı günün gecesi yakın mesafede, düşük bütçeyle gezilebilecek her yeri bitirdiğimizi fark edip son üç günü Londra'da geçirmeye karar verdik. Gerçi neredeyse her ay Londra'ya gide gide anlatmaya değer şeylerin çoğunu bitirdim diyordum ama Londra dediğim bir koca metropol, her yerinde yeni bir atraksiyon çıkıyor. Bu sefer de Soho'ya ve British Museum'a gittik. British Museum'un en önemli özelliği oradan buradan birşeyler aşırmak konusundaki ustalığı. Bodrum'daki Zeus sunağını komple aşırmışlar, hatta Akropolisteki karyatidlerden da bir tanesini yürütüvermişler dersem olayın vehameti anlaşılır umarım. Etik değerlendirmeleri bir yana bırakırsanız (ben bırakamadım) her kıtadan her nevi eseri bir arada görmek için müthiş bir fırsat.

Londra'daki diğer bir durağımız ise Soho. Türkiye menşeili çikolatalara bile ismini veren meşhur Soho için yapabileceğim en net tanım "Çiçek pasajı'nın yandan yemişi" olacaktır. Sokağa iki masa atmışlar, şarap şişesine de mum dikmişler, adına Soho demişler. Benim önerim boşverin Soho'yu, ilk fırsatta Çiçek Pasajı'na gidin.

Yepyeni tatillerde görüşmek ümidiyle, bugünlük benden bu kadar.

Eziyet ve Estetik


Ankara'dayken bir türlü denk getirip gidemediğim Spartaküs'ü taa buralarda izlemek kısmet oldu. Hem de Bolşoy'dan. Zaman zaman haddini aşan anti-popülistliğime rağmen bu sefer yiğidi öldürüp hakkını veriyorum. Gerçekten olağanüstüydü. Rus balesi hakikaten ünlü olduğu kadar var. 3 saatte ihtirası, histeriyi, hırsı, tutkuyu, inadı (isyan kısmı biraz zayıf kalsa da) hissettim. İnsan vücudunun en rafine, en dayanıklı halinin müzikle uyumunu izledim. Eziyet ve estetik gibi iki uzak ucun birbirine ne kadar yakıştığını gördüm.
Yetenek ve disiplin her alanda işe yarıyor ama en çok sanatla birleştiğinde hayranlık duyuyorum. En çok o zaman büyülüyor ve hayaller kurduruyor. İyi bir müzik ve iyi bir ekibin büyüsü gündelik hayatın yavanlığına ilaç gibi geliyor.

Back to Home Back to Top FARLİMAS. Theme ligneous by pure-essence.net. Bloggerized by Chica Blogger.