

Son bir haftam Londra’nin kurtlar sofrasi emlak piyasasinda, 4-5 hafta kalacak cüzi fiyatli bir oda aramakla geçti. Noel ve yılbaşı dolayısıyla cümle ahalinin büyük şehre göç ettiği bu en olmaz zamanda ev aramanın ne denli büyük bir gaflet olduğunu ilk yarım saatte fark ettiysem de artik ok yaydan çıkmış, eşyalar paketlenmeye başlamıştı.
Muhtelif rivayetlere gore vaktiyle, Londra’da maddi durumu çök kötü olmasa da pek çok kişi, ek gelir olsun diye, yalnız kalmamak için ya da sadece oda bos kalmasın diye evlerindeki boş odaları kiraya verirmiş. Ama kulaktan kulağa abartılarak dolaşan “kötü kiracı” hikayelerinin de etkisiyle artık çok zorda kalmadıkça kimse oda kiralamaz olmuş. İlla kiralayacaksa da bilmemkac aylık depozit, ikametgah il muhaberi, temiz kağıdı, 6 vesikalık fotoğraf, banka hesap cüzdanı, çalışma ve oturma izni, vize fotokopisi……… artık aklınıza ne gelirse istemeye başlamış. En önemlisi de kontratlar en az 6 aylık yapılmaya başlanmış. Bu gelişmelerin ceremesini çekmek te ben ve benim gibi kısa sure kalacak yere ihtiyacı olan, öğrenci bütçeli gençlere düşüyor tabi. Aslında altı üstü bir oda, evlerin coğu zaten iki katlı, üst kata atıyorsun eşyaları bitiyor diye düşünebilirsiniz. Ben de öyle düşünmüştüm. Ama kazın ayağı farklı. 4-5 haftalık bir yer bakacaksanız eliniz mahkum internetten bulacaksınız. Malum internet te kazıkçı yuvası. Apartman dairesini ev diye yutturmaya calışanlardan, tek kişilik oda diye sizi tava getirip pazarlığın son safhasında “biraz daha yerleşince o odaya bir yatak daha koyup ikinci bir kiracı alırız” diyenlere (“Nasıl yani?” diye kükreyince de “Ayol ne olacak, yatağınız, dolabınız ayrı. Ne zararı olacak? İki kız gül gibi geçinir gidersiniz” diyip yüzsüzce sırıtıyor hatta bu kişiler), mutfağın ortasına suntadan duvar dikip bir yatak sığacak kadar iki odacık yaratıp fahiş kiralar isteyenlere kadar ne arasanız var. Bu üç örnek sadece benim karşılaştıklarım. İşin bir de internet tarafından mekanik kazıklanma boyutu var. Bu sanal kazıkçı emlakçılar, yarım saat keyfinize gore bir yer arayıp, son anda ev sahibinin telefonu için dünyanın parasını talep edebilirler hiç belli olmaz. Biraz da sabırsız olunca (benim gibi) delirip tüm numaraları teker teker aramaya, akabinde de adını bile bilmediğiniz alakasız bir muhite neşe içinde taşınabilirsiniz. Bu noktada hali hazırda delirmiş olduğunuz için, evin özellikleri, evi paylaşacağınız kişiler gibi detaylara pek dikkat etmeyeceğinizden bu fasıl piyango gibi. Bahtınıza ne çıkarsa. Garanti ediyorum en istemediğiniz şeylerden en az biriyle karşılaşacaksınız. Köpek sevmiyorsanız kopek, sessizlik istiyorsanız gürültücü komşular veya çocuklarla aranız yoksa (benim gibi) 4 çocuklu bir ailenin yanı. Eh artık, ne demişler sayılı gün çabuk geçer. Ben de 4 sene yalnız yaşamış bir insan olarak en kısa zamanda kendi banyom ve mutfağım olan bir mekana taşınmanın hayalini kuruyorum. Yeni yıldan talebim; cem-i cümlemize mutluluk, sağlık, huzur getirirken ek olarak bana bir ev, bir iş, bir de doktora kabulü getirsin.
Elini indir arkadaşım!
Posted in gocmenlik, iletisim, insan iliskileri, londra, metropol on 29.11.06 by farlimasÖNCE O ELİNİ İNDİR ARKADAŞIM!!!!!
Lise kavgalarında parmak sallayarak "çıkışta bekleyenler"e, dolmuşçuyla polemiğe girenlere, iş mülakatında eline diline hakim olamayıp çıkışta bakkaldan birayla beyaz leblebi alanlara selam ederim. Elinize, dilinize, belinize hakim günler dilerim.
Berlin: Top, Tarih, Eğlence
Posted in berlin, futbol, gezi, tatil on 19.7.06 by farlimas
Berlin'i gezmek için belki de en uygun zaman dünya kupası zamanı.

Eğlence


Toplu taşıma diyince aklıma Türkiye'de ter kokusu, Londra'da kozmetiğe bulanmış yapış yapış insan kalabalığı, Berlin'de ise ferah fuhur seyahat etmek geliyor. Burada metroyu genelde, özürlüler, yaşlılar, acil işi olanlar ya da bisikletini uzak bir yere götürmesi gerekenler kullanıyor. Hatta turistleri bile bisiklet kullanmaya teşvik etmek için bedava bisiklet turları düzenliyorlar. Evet yanlış anlamadınız: tur da bedava, bisiklet te bedava. Ama derseniz ki "Ben pedal çevirmek istemiyorum, yürümeyi tercih ederim", ona da çözüm var. Doğu Berlin ve Batı Berlin için iki ayrı bedava tur var. Ama zaten görülecek yerlerin çoğu doğuda. Hitlerin yakıldığı yer (burayı yalnız başınıza gitseniz hayatta bulamazsınız çünkü şu anda üzerinde apartmanlar yükseliyor), vergi toplama merkezine çevirilmiş eski nazi binası (özellikle sütunlu tarafındaki resme dikkatli bakın: sov


İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş kalıntılarından sıyrılıp biraz daha yürürseniz, müzeler bölgesine geliyorsunuz. Opera meydanında "Buddy Bear" sergisi var. Birleşmiş Milletler üyesi her

Bir süre bunu düşünerek yürüyünce nehrin kenarına geldim. Güneşe ve denize hasret almanların plaj sandıklarından şüphelendiğim ilginç bir yer. Belediye de hallerine acımış o

(A)POLİTİKA
Posted in egitim, ideoloji, politik on 17.5.06 by farlimas80 sonrası gençliğinin (benim kuşağım) apolitik tavrıyla ilgili senelerdir konuşulur. Çok konuşulmaktan içi boşalmış her manalı konu gibi bu da genelde "sağını solunu bilmeme" cinsi ufacık bir alana indirgenir, 30 saniye sonra da unutulur. Ama klişeler tam da gereken noktaya dokunduğu için klişe olurlar. "80 sonrası apolitikası" da bir klişedir, önemlidir ve tehlikelidir. Çünkü söz konusu apolitikliğin ciddi bir politik yönü vardır. Sorgulamadan 20 küsur seneyi devirmek sadece umursamazlık değildir. 80 sonrası çocuğunun okumaması, dinlememesi, izlememesi ve sorgulamaması onu politikadan kopartmamış, sadece lise sıralarında kabullendiği "milli coğrafya", "milli tarih", "milli güvenlik", "milli ideoloji" öğretilerini temel almaya, sonunda da bilinçsiz bir "milli eğitim" neferi olmaya yöneltmiştir. Milli eğitim de adı üstünde millidir ve saçından tırnağına ideolojiktir.
Milli eğitim ideolojisi diğerlerinden "hap şeklinde dahili kullanım" özelliğiyle de ayrılır. Zira kendisiyle okul sıralarında bacak kadar çocuklarken tanışır, sınıf geçmek için hatmederiz. Basittir. İyi pazarlanır. Kolay anlaşılır. Çelişkileri ilk bakışta ortaya çıkmaz. Vaatleri bol, sloganları kullanışlıdır. Her şeyin ötesinde "sevilen ve saygı duyulan modern bir birey" olmayı garanti eder. Hayatın her alanında söyleyecek lafı vardır. Adı üzerinde o "hayat bilgisi"dir. Emek gerektirmeyen bir öğrenme olarak ta bir apolitik için biçilmiş kaftandır.
Tüm bunlara bir diğer toplumsal histerimiz olan bilgi fetişizmi eklenince mili eğitim ideolojisi, politik yelpazenin tüm kanatlarını havada katlayacak kudrete erişir. Apolitik kendine "bilmiyorum" demeyi yediremez. Politika gibi havalı bir konuda susup köşesine çekildiğinde küçümseneceğini bilir. Zaten her konu az çok politiktir, e habire de susamaz ya! Lise yıllarından kalma tozlu bilgilerini ortaya saçmaya başlar. Apolitik, apolitikliğini asla tam olarak içine sindiremediği için zaten tüm söylediklerine yürekten inanmakta, hepsini kendi beyninden çıkardığını düünmektedir. Konuştukça konuşur, konuştukça hırslanır. Karşıdan gelen her tepkide bildiklerine daha sıkı sarılır, kendisinin de politik olabileceğine ikna olur ve zamanla kendisinin de tanımlayamadığı birşey-ist olur.
Boş zamanlarımı nereye yatırsam?
Posted in bos zaman, gundelik hayat, ideoloji on 13.5.06 by farlimasAslında olay küçüklükten kalma toplumsal bir beyin yıkamanın gözden kaçan bir ayağı. Vakit kıymetli birşey, öyle öğretildi. En favori ilkokul sorularından biri değil miydi: "Boş zamanlarında ne yaparsın?" Cevabı da öyle "Bahçeye çıkar otururum, bulutlara bakar hayal kurarım" falan olmamalı bu sorunun. Ne o öyle?! Boş oturulur mu hiç. Ne kadar banal. Geliştir kendini, geliştir, geliştir.
Klasik ütopyalarda bile aynı sorun var. Misal Thomas More'dan başlayarak çoğu demiş, insanlar günde 6-7 saat çalışsın diye. Ama çıkıp bir allahın kulu da "kalan zamanda kağıt oynasınlar, geyik çevirsinler, manzara izlesinler" dememiş, onun yerine "kalan zamanda herkes kendini ilime bilime versin. İlerledikçe ilerleyelim." fikri hakim.
Bunun sorumlusu protestan ahlakı desem o da değil. Komünistinden liberaline kadar herkeste bir "daha fazla, daha ileri, daha çok" merakı var. Hatta "dünya işlerine çok kapılmamalı, kendimizi ilahiyata vermeliyiz" anlayışına sahip dinlerin de durumu temelde pek farklı değil. Bu anlayışa göre de insanlar boş zamanlarında ibadet edip geleceğine (öbür dünya) yatırım yapıyor. E sonuçta maddi de olsa manevi de olsa yatırım yatırımdır.
Bu sürekli üretim takıntısı, bu günlerde arttıkça artan "verimlilik" ile birlikte düşünülünce durumun vehameti artıyor. Verimlilik arttıkça aynı işi yapmaya daha az vakit, daha az emek ve daha az kaynak harcanıyor (en azından teoride) bu da daha fazla boş zaman demek. Boş zaman değerlendirme faaliyetlerinden bir çoğu eninde sonunda tüketimle bağlantılı. Hele insanın maymun iştahlılığı da işin içine girince, 3 ayda bir hobi değiştiren bir güruh ve az kullanılmış eşya dağları ortaya çıkıyor. Bir yandan hizmet sektörü, bir yandan üretim sektörü şiştikçe şişiyor.
Aceba hiç "yapmalıyım, değerlendirmeliyim, gelişmeliyim" zorlaması olmasa ne olur? Herkes evinde ıvır zıvır televizyon programları izleyip abur cubur yiyerek obez mi olur? Peki bu kadar zorlama arasında sonuç farklı mı?
Merak insanın doğasında zaten var. İnsan ilgisini çeken birşey buldu mu zaten yemeyip içmeyip peşinden koşturacak. Otomatikman kendini geliştirecek, bir amaç edinecek, kendine ait bir dünya yaratacak. Dahası bunu sadece canı istediği için yaptığında, ortaya çıkan işler daha yaratıcı, daha özgür olacak. Hele bir de "yarışma dürtüsünü" yenip kendini başkalarıyla kıyaslamazsa dört başı mamur bir tatmin yaşayacak.
Günübirlik İngiltere
Posted in gezi, ingiltere, tatil on 30.4.06 by farlimas



Dördüncü gün Salisbury'deydik. Burası, Winchester benzeri, eski, küçük bir kasaba. İlk bakışta



Bir sonraki durağımız Oxford. Kim ne yorum yapar bilemem ama ben şahsen ilk defa bir şehrin resmen boğazıma çöktüğünü hissettim. Şehir dediğime bakmayın, aslında koca bir kampüsten ibaret. 1000 yıllık Oxford üniversitesi 36 kadim kolejiyle her sokak

Ertesi gün doktora başvurusu nedeniyle bir ufak mola verdik. Gerçi Oxford'dan döndükten bir gece sonra başvuru yapacak motivasyonu nereden bulduğumu hala çözemedim, o ayrı.
Aynı günün gecesi yakın mesafede, düşük bütçeyle gezilebilecek her yeri bitirdiğimizi fark edip son üç günü Londra'da geçirmeye karar verdik.

Londra'daki diğer bir durağımız ise Soho. Türkiye menşeili çikolatalara bile ismini veren meşhur Soho için yapabileceğim en net tanım "Çiçek pasajı'nın yandan yemişi" olacaktır. Sokağa iki masa atmışlar, şarap şişesine de mum dikmişler, adına Soho demişler. Benim önerim boşverin Soho'yu, ilk fırsatta Çiçek Pasajı'na gidin.
Yepyeni tatillerde görüşmek ümidiyle, bugünlük benden bu kadar.
Eziyet ve Estetik
Posted in bale, dirayet, sanat on 22.4.06 by farlimas
Yetenek ve disiplin her alanda işe yarıyor ama en çok sanatla birleştiğinde hayranlık duyuyorum. En çok o zaman büyülüyor ve hayaller kurduruyor. İyi bir müzik ve iyi bir ekibin büyüsü gündelik hayatın yavanlığına ilaç gibi geliyor.
İsmen ve Cismen Asimilasyon
Posted in gocmenlik, Ingilizce, iletisim, ingiltere, insan iliskileri on 25.3.06 by farlimasZaten Türkiye'de bile yamuk yumuk telaffuz edilen adımın son aylarda, dili dönmeyen bir tanıdık güruhu tarafından mundar edilmesinden kelli, isim konusunun ne kadar komik durumlara yol açtığının ben de farkındayım. Gene de insanın ismi kadar ayrılmaz bir parçasını sırf başkaları kolay söylesin diye bu kadar hevesle değiştirmesine akıl sır erdiremiyorum. İyi de olsa, kötü de olsa isim insanın çok kişisel bir parçası. Hatta bazı uygarlıklar ismin büyülü bir gücü olduğuna inanarak gerçek isimle gündelik hayatta kullanılan ismi ayırmışlar, gerçek ismi bilindiğinde cin peri taifesinin kontrol altına alınacağını bile iddia etmişler. "Beni X diye çağırın" demek temelde kişisel bir tercih olsa bile, doğma büyüme uzak doğulu adamlardan Ben, John, Peter gibi isimler duymak bende istemsiz bir sinir bozukluğuna yol açıyor.
Aslında isim değişikliği olayın sadece ufak bir kesiti. Asıl motivasyon gerçekten bir John, bir Peter olmak, olamazsa bile kendini kandırmak. Sonuçta herkes farkında o "Ben Asya'lıyım, Güney Amerikalıyım" diye bas bas bağıran yüz ve vücut tipi yerinde dururken isim değiştirmekle olmayacağının. Zaten bu hevesin sonu da yok. İsmini değiştirmekle başlıyor, badem göz ameliyatlarıyla devam ediyor, teninin rengini kimyasallarla 2 ton açmaya çalışırken kanser olmamayı becerenler maceralarını abartarak sürdürüyor. Tabi bu absürdlüklerin benim çevremde çok olmasının nedenlerinden biri de, İngiliz üniversitelerinin global kaymak tabaka arasında çok revaçta olması. Avrupa Birliği vatandaşlarından nispeten makul ücretler talep eden okullar yabancı öğrencilerden anormal harçlar alıyor. Bu da özellikle lisans bölümlerinde bir Nişantaşı, bir Bağdat caddesi tadı yakalanmasına yol açıyor. Globalleşmenin etkisiyle kendi memleketi standartlarından koparak gitgide birbirine benzemeye başlayan çeşitli ülkelerin kaymak çocukları da hazır Avrupa'ya kapağı atmışken iyice "özüne" dönme hevesine kapılıyor. Bu güruhun ortak kodları artık neredeyse her ülkede bulunan Starbucks, bilmemne marka tekstil ürünü, CNBC-e dizileri gibi ufak ayrıntılarda gizli. Mesela CNBC-e dizilerini ele alalım: Bütün bir dünya aynı şeyi izlerken yaklaşık aynı duygulara kapılıyorsa bunun 2 açıklaması olabilir. Ya ortada insan doğasına mükemmelen hitap eden bir başyapıt vardır ki CNBC-e dizilerinin bu kategoriye girmediği aşikardır. Ya da, "uzakta bir yerlerdeki kaliteli insanlar topluluğuna" ait olduğunu hissetmeye kararlı, uluslarüstü bir insan gürühunun tamamına hitap edecek kodları barındıran, akmaz kokmaz yavan bir mizah yapılıyordur. Ufacık tefecik bir ayrıntı gibi gözükse de CNBC-e dizileri sınırlarını aşarak 17-25 yaş arası kaymak çocukların ortak dilini oluşturmaya başladı. Kendi memleketinin "kalitesiz avam"ından kaçıp Avrupa'ya Amerika'ya sığınan, apolitik veletler topluluğu, tanışır tanışmaz coupling muhabbeti yapabiliyorlar. Starbuck'larda kahve içebiliyorlar. İşe girer girmez Ally Mac Beal klonuna dönüşebiliyorlar. Ve en önemlisi o güdük beyinleriyle sadece bu saçmalıkları yaparak tatmin de olabiliyorlar.
İşin garip tarafı Starbucks, CNBC-e gibi düzey göstergelerinin Avrupa ve Amrika'da avama ait olarak kabul görmesi. Yani ortada çocuklarına piyano dersi aldırarak sosyeteye girmeye çalışan küçük burjuva ezikliği de mevcut. Hoş Avrupa'nın kaymağıyla Asya'nın kaymağı aynı bozuk sütten karılsa ne fark ederdi. Gene de bu sınıf atlama çırpınışlarının kendi içinde de bu şekilde bir çelişki barındırıyor olması ironik.
İskoçya'da 3 Gün
Posted in gezi, iskocya, tatil on 18.3.06 by farlimas
İnsanları bırakıp şehirlere dönersek: "hadi oradan" diyeceksiniz ama Glasgow Ankara'ya inanılmaz benziyor. Tam bir memur ve öğrenci kenti. Ufacık bir kasabayken sanayi devrimiyle bir anda büyüyüp kocaman bir şehir olmuş. Aynı yumuşak kahverengi şehir tozu, aynı gri binalar. Sonuçta böyle anlatınca özlenecek, istenecek bir şey gibi durmuyor ama 20 sene Ankara'da yaşayınca takım elbiseli adamları "hemşeri", gri binaları "memleket" olarak algılamamak elde değil. Ama tabi Glasgow'un Ankara'dan çok önemli bir farkı var: şehirle bütünleşmiş sanat ve dizayn tutkusu. Sokaklarda heykeller, özene bezene tasarlanmış binalar, her zevke hitap eden galeriler (giriş ücreti almamaları da önemli bir husus tabi), Mackintosh Tower'da habire düzenlenen sergiler ve tasarım yarışmaları.... kısacası sürekli sanatsal üretim var.

Sormadan söylüyorum, "yenim dar, yerim dar, pazartesi dersim var" gibi muhtelif nedenlerle İskoçya'nın meşhur pastoral ortamlarını göremedim. Yeşil tepelerinde dolaşamadım. Ancak, seneye kendimi çayıra çimene salmak için bol bol fırsat bulacağımı umuyorum. Zira seneye olabildiğince kuzeye gitmeyi ve mümkünse İskoçya'ya yerleşmeyi planlıyorum. Hayatın ne getireceği belli olmasa da, var böyle bir ümidim. Ümitsiz olmaz.
*Hadrian Duvarı: Kafalarına estimi tepelerden inip Güneye doğru yağma seferleri düzenleyen İskoç kabileleriyle baş edemeyen Romalılar sonunda adayı 118 km'lik uzuuunnn bir duvarla ikiye ayırmaya karar verdiler. MÖ 136'da tamamlanan Hadrian duvarının alt tarafı İngiltere, üst tarafı ise İskoçya olarak kabul edildi. Ancak milattan sonranın ilerleyen yıllarında hırslanarak, Asya'dır Afrika'dır ne bulduysa sömürgeleştiren İngiltere, iki arada bir derede İskoçya'yı da ucundan tırtıkladığı için duvarın şu anda pratik bir değeri bulunmamaktadır. Pek güneş yüzü görmediğinden olacak, "üzerinde güneş batmayan imparatorluk" olma hevesine kapılan İngiltere hazır oraya kadar çıkmışken İrlanda'nın da yarısını cebine atmış, lakin bu yolla başına aldığı beladan kolay kolay yakasını sıyıramamıştır. Ama bu başka bir hikaye ve başka bir zaman anlatılmalı.
havasına suyuna
Posted in gocmenlik, ingiltere, insan iliskileri on 8.3.06 by farlimas
Perhiz ve Lahana Turşusu
Posted in gundelik hayat, ingiltere, vejeteryan, yemek on 20.2.06 by farlimasb) -Kahvaltıda yumurta yemeyi çok seviyorum.
-E ama yumurta süt ürünü değil ki!
İdeal insan "ihmal" avında
Posted in ihmal, insan iliskileri, kaza, suclama on 13.2.06 by farlimasİhmal aramak aslında, ruhen yetişkinlikten nasibini alamadığı için hayatın kötü sürprizleri karşısında mütemadiyen şok geçiren insangillerin favori kaçışı. Ne de olsa işin ucunu ihmale bağlayınca, aynı şeyin kendi başına gelme ihtimalini düşünmek zorunda kalmıyor. Çünkü o "ideal bir insan" olduğu için asla ihmalde bulunmaz. Bulunmuşsa bile, ya ihmallerini fark etmeyecek kadar salaktır, ya da hatırlamamayı tercih ediyordur. Trafik kazası falan izlemeye de bayılır bu ideal insan. İyice bakar ki, bir ihmal bir terslik bulsun, kendisinin kaza yapan şöförden farklı olduğuna inanıp rahatlasın.
Tamam, "İhmal öldürür". Tamam, "Kendimizin ve başkalarının ihmallerinden ders almalıyız". Ama ihmal arayışını merhumların, kazazedelerin iki lafla infazına kadar götürmeden önce en azından şunu hatırlamak gerekir: kıyısından dönülmüş ölümcül kazalar arkadaş sohbetlerinin favori malzemesidir. Daha da beteri, beladan ne kadar kıl payı (ve şans eseri!) sıyrılınmışsa olayın kahramanı o kadar prestij kazanır. Ve aynı durumda sadece o yaşamsal kıl payını yaratan şans yüzüne gülmediğinden mağdur olanlar acımasızca yerin dibine sokulur. Peki bu durumda bir haksızlık, bir ironi, ya da en azından bir gariplik yok mu?
Tintagel Surlarında Efsane Kovalamaca
Posted in arthur, efsane, gezi, masal, tatil, tintagel on 7.2.06 by farlimas

Şehirdeki keşif gezisi dahilinde alınan yol tarifi uyarınca ikinci gün Tintagel yollarına düştüm. İlk etapta trenle Bodmin'e gittim. Yol sadece 2 durak olmasına rağmen, şehir bitip ormanlar başlayınca kendinizi farklı bir memlekete gitmiş gibi hissediyorsunuz. Her taraf yemyeşil ve genel manzara Karadeniz'i andırıyor. Trenden indiğim yer zaten ayrı bir şirin: ormanın içinde minicik bir gar ve kutu gibi bir kafe. Otobüsü bekleyecek olmama ciddi ciddi sevindim.
Otobüse bindiğimde fark ettim ki, o kalıplaşmış klasik İngiliz kuralcılığından uzaklaşmak için ülkenin pastoral kesimlerine doğru azıcık açılmak yeterli oluyor. Şehirlerarası yolu 60 km hızla giden şöförlerin yerini burada "debriyaja basmadan vites değiştiren" dolmuşçu ruhlu "kaptan"lar almış. Harala gürele ilerliyoruz ormanların, tepelerin arasından.
Öğlen civarı Tintagel'e vardım. Beklediğim üzere, içi dışı "Kral Arthur" olmuş (Kral Arthur bistro, Camelot Otel, Merlin mineral müzesi, Arthur kitapçısı gibi bilimum dükkanlar ve New Age mantalitesini ters bitarafından anlamış post-modern pagan cadı'lara -wicca- hitap eden her nevi malzeme mevcut) turistik, ufak bir köy. O köyün orada olma nedeni olan Kale ise görünürde yok. "Kale manzarası" yazan tabelaları takip ederek yolun sonuna kadar yürüyünce

İYİ KAYTARMALAR !
Posted in tembellik on 25.1.06 by farlimas
Bir de Isaac Newton'un mezuniyet yasalarından**
"A grad student in procrastination tends to stay in procrastination unless an external force is applied on" (yani: "Kaytarma durumunda olan bir lisansüstü öğrencisi, dışardan bir kuvvet etki etmedikçe kaytarmaya devam edecektir") lafi var ki ben zaten şu anda bu tezi ispatla meşgulüm.
Ayrıca unutmayalım ki, "İnsan yorgun doğar, dinlenmek için yaşar".
İyi kaytarmalar.
*Diğer demotive edici özlü sözler için ise:
http://www.despair.com
**http://www.phdcomics.com/...s/archive.php?comicid=221
NOT: Bilinçli ve bilinçsiz yaptığım, tüm kaytarma, aksatma, dikkat dağıtma çalışmalarıma karşın, demin hayatımda ilk defa bir sınava 36 saatten fazla kala konuları bitirmeyi başardım. (Bilen bilir, normalde 2 saat kala bitirirsem mucize sayarım:) Üzerimde acaip bir boşluk hissi var. 3 gunde 59 online, 9 fotokopi halde makale okuduktan sonra su anda sadece uyumak istiyorum.
Beynimle Didişmeler:
Posted in on 8.1.06 by farlimasDers çalışacaksanız anılar canlanır. İş yapacaksanız yaratıcılığınız depreşir. Sabahın köründe uyanacağınız için acilen uyumanız gerektiğinde, olabilecek en alakasız şey aklınıza takılır. "Kontiki* neydi? İsmi de bir yerlerden tanıdık geliyor ama" diye düşünerek sabahı edersiniz. En beteri ve en kaçınılmazı da iki ayağınız bir papuca girmişken yeni felsefi açılımlara girmektir. Hayatla ilgili en derin sorgulamalar, en temel çelişkiler nedense en olmadık zamanlarda akla gelir, kafanızı karıştırır. Hayat normale döndüğünde ise bilincin en güneş görmemiş yerine iteleniverirler. Ta ki bir sonraki konsantrasyon gerektiren, stresli döneme kadar. Sonra sil baştan aynı hikaye.
Gönül ister ki, final dönemlerinde -ve benzer şıkışıklıklarda- şalterleri kapatmak mümkün olsun. Konsantrasyon bozulmasın, verimlilik artsın. Ama namümkün! Olmadı. Olmuyor. Mesela benim şu anda ödev yapıyor olmam gerekirken hala internette fink atıyorum.
*Kon-tiki: Norveçli gezgin Thor Heyerdahl'ın 1947'de Peru'dan Polinezya'ya giderken kullandığı balsadan yapılma sal. Heyerdahl, vakti zamanında yerlilerin benzer sallarla aynı yolculuğu yaptığına inanıyordu. Bunu kanıtlamak için yola çıktı ve okyanusu geçmeyi başardı.
Savulun, Ferzan memleketten geliyor!
Posted in ingiltere, londra, seyahat, yilbasi on 4.1.06 by farlimas