

Not: Peki bu dergi isi nasil oldu da bu kadar dallandi budaklandi, ilk buyuk gazi kim verdi de oldu diyen olursa ahanda su adamla basladi diyorum: http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/279934.asp
Bu sene iyi geçmedi söylemem lazım
Kader beni seçmedi ama görmemem lazım
Belki birden bire yeniden başlamam gerek
Eskiden taptığımı bugün taşlamam gerek
Yeni bir aşk yeni bir iş
Yine gülecek bir neden lazım
Yeni bir haber yeni bir kader
Bunlar için bana şans lazım
Yeni bir duruş yeni dokunuş
Tek tek keşfetmem lazım
Yeni bir hayat gerisi bayat
Kendime yeni bir ben lazım
Günler güzel geçmedi unutmam lazım
Asıp yüzümü kalmışım azcık kırtmam lazım
Hep içime atmışım anlatmam gerek
Hepsini bir kazana atıp toptan kaynatmam gerek
özellikle de zenciler anladığımız kadarıyla banliyölere sürülmüş durumda. Paris'i
Bunları bırakıp kendi hikayemize dönersek; Pek çok turist gibi biz de maceramıza şehrin alamet-i farikası Eyfel'i tavaf ederek ve hatta tepesine çıkarak başladık. Mühendis estetiği olarak tanımlanabilecek bir görüntüsü, Atakule'den hallice bir yüksekliği ama Seine nehrine sükür daha güzel bir manzarası var. Ama eski dar sokaklarda yürüyüp, müzisyenler eşliğinde ve yeşillikler içinde, çok daha güzel bir
Paris'in gezilecek ana mekanlar, sayısız köprü, rengarenk gravürler satan tezgahlar ve çeşitli zanaatkarlarla dolu Seine nehri kıyısında toplanmış. Eyfel'den yürümeye başlayınca, önünde sokak sanatçılarının mesken tuttuğu, tren garından müzeye dönüştürülmüş Musee D'orsay, Seine nehrindeki en eski köprü Pont Neuf, son 6 ayını i-pod'un dişi mi erkek mi olduğunu bulmaya adamış (malum artikeller karışık işler) Fransa'nın TDK'sı Academie Française, Louvre müzesinin git git bitmeyen yan duvarı, vaktiyle içinde insanat bahçesi (Gözünüzün önüne bir hayvanat bahçesi getirin. Şimdi hayvanları çıkartıp Fransızlar dışındaki çeşitli etnik grupları koyun. İşte size bir "human zoo") bulunduğu söylenen Grand ve Petit Palais'ler ve nihayet Notre Dame'ın da içinde bulunduğu bir adacık çıkıyor.
Bu ufak adanın tek olayı Notre Dame değil tabi ki. Gece hayatı da pek bir renkli. Güneş batar batmaz, önce müzisyenler St Michael'i dolduruyor. Sonra yavaş yavaş lokantaların sokağa attığı masalar dolmaya başlıyor. Millet yiyip içtikçe şenleniyor ortalık. Burada yemek te İngiltere’dekine kıyasla ucuz ve güzel. Özellikle 20-30 yıllık yerel lokantalarda çok ta bütçeyi örselemeden Fransız mutfağını deneme imkanı var. Ama anladığım kadarıyla garsonlarında hafiften bir Karadeniz’lilik var. Balığa limon sıkmaya çalışınca tabağı geri götürdüğü rivayet edilen Ayder’li balıkçı misali buradakiler de istediğiniz içecek yerine “o yemekle içilmesi gereken” birşeyler getiriyorlar.
Lokantalar ve sokak kafeleri diyince Champ Elysees'i de unutmamak lazım tabi. Arch de Triomphe'dan başlayıp Louvre'a doğru uzanan bu elitist bulvarda, nezih sokak kafeleri, Çin'de bire ürettiğini Fransa'da markalayıp bine satan çeşitli mağazalar, 3 adet Mc Donald's ve bir de 90 euro'yu bastıranın şampanya içip tangalı revü kızlarını seyrettiği meşhur Lido var. Ve tabi caddenin sonunda bahçesi ayrı, içi ayrı güzel Louvre. Ön cehpesi cam bir piramit tarafından ele geçirilmesine rağmen heybetinden birşey kaybetmemiş güzel Louvre, Darius'un sarayının kolonu, Milano Venüs'ü, Hamurabi kanunları gibi binlerce ilginç esere ev sahipliği yapıyor. Turistler ise nedense tüm bunları es geçip Mona Lisa'nın cam bir kutuya hapsedilmiş, özel korumalarla çevrelenmiş replikasının önüne yığılmayı tercih ediyorlar. Louvre'un
önünden geçerken bana bir sürpriz yaptı. Kapılar birden açıldı ve önde tütsü sallayan bir rahip, arkada da ful kadro kilise avanesi, taç giydirdikleri Meryem heykelini taht-ı revana bindirip (Notre Dame de Paris, Meryem'e adanmış bir kilise ve hatta adını da Türkçeye direk çevirince "bizim hanım" oluyor:) ilahiler eşliğinde adayı dolaşmaya başladılar. Arkalarında da bir sürü tespih çeken, ilahi okuyan katolik. Bir de son dakika golü atma keyfiyle ben tabi.
İşte bu döngüye geçince geri dönüşün ne kadar zor olduğunu tecrübeyle idrak ettiğim için bu aralar hayatımı düzene sokmak ve güzelleştirmek için elimden geleni ardıma koymuyorum. Normalde kaale almadığım ufak mutluluk alanlarını değerlendirmeye başladım. Örneğin yemek yemek. “Yemek için yaşama, yaşamak için ye” mantığımla nam salmış bir insan olarak, internetten fırın mücver tarifi aramış olmam her halde beni tanıyan herkesin durumun vehametini anlamasını sağlayacaktır. Konserdir, festivaldir artık elde organize etkinlikler adına ne varsa fazla kurcalamadan takip ediyor, evden olabildiğince sık çıkmak için her nevi bahaneyi değerlendiriyorum. Ama sanırım tek başına antreman yapmaya motive olmak en zor iş. Ankara’da bile 3 kere “Sabah 9’da salonda” diye anlaşıp en fazla birinde o da öğlen civarı antreman yapmaya alışmışmışım, dürtükleyen de olmayınca ertelemenin sonu gelmiyor. Sonuçta üşengeçlik yalnız yenilmesi zor bir şey, burası da yalnız bir memleket. Ama hiçbir zorlama olmadan bir hayatı ayakta tutmaya çalışmanın da kendine göre bir zevki var.
FARLİMAS. Theme ligneous by pure-essence.net. Bloggerized by Chica Blogger.